İş yaşamında faaliyette bulunan işletmeler, bir misyonu olan ve bu yönde çeşitli amaçları gerçekleştirmek için kurulmuş formel-biçimsel organizasyonlardır. Bu bağlamda işletme içinde yetki sahibi yöneticilerin kararları, emirleri ve kaynakların dağıtımı konusunda uygulamalarının misyon ve amaçları gerçekleştirmeye yönelik olarak meşru ve yasal bir temelde kullanıldığı, ve bu hakkın çalışanlar tarafından kabul edilerek uygun davranışlar gösterecekleri aşikardır.
Zira formel organizasyonlarda ‘itaat’, iş ve görevlerin gerçekleşmesi ve bütünsel amaçlara varabilmek için bir önkoşuldur. Bu alanda aralarında S.Milgram’ın 1960’larda ABD’de Yale üniversitesinde yapmış olduğu bir seri ses getiren deneyin de bulunduğu çeşitli çalışmalarda elde edilen bulguların iş organizasyonları bağlamındaki yansıması, çalışan ast’ların, üst’lerinin verdiği emirlere itaat etme davranışının genelde otomatik bir davranış olduğu ve makama itaat etme güdüsünden kaynaklandığını göstermektedir.
Bilhassa dikey hiyerarşinin katı şekilde uygulandığı kurumlarda, emirlere itaat etme alışkanlık düzeyinde olup, emirlerin akla, yasalara uygun olup olmadığı çok fazla sorgulanmamaktadır. Bunun nedeni hemen hemen her toplumda ve kurumda bireyleri ‘itaatkar bireyler’ haline getiren toplumsal ve kurumlara özgü eğitim programları, gelenekler, örf ve adetlerdir.
‘Otoriteye itaat’ konusunda 1960’ların başında Yale üniversitesinde Prof. Stanley Milgram tarafından yapılan deneyler, ürpertici sonuçlar vermiştir.
Söz konusu deneyler aşağıdaki şekilde gerçekleştirilmişti;
Önce ilanla araştırmada yer alacak bir takım denekler toplandı. Deneklere cezalandırmanın öğrenme etkisi üzerinde bir deneyde görev yapmak üzere seçildikleri, ve bir kısmının kura ile ‘öğretmen’ diğer kısmının ise ‘öğrenci’ olarak deneyde rol alacakları belirtildi. Gerçekte onlara söylenmeyen şey, hepsinin kurasının ‘öğretmen’ olarak çıkacağı, ‘öğrenci’ rolünü ise deneyci profesöre yardımcı olacak işbirlikçilerin yapacağı idi.
‘Öğretmen’ rolündeki seçilmiş denek ile ‘öğrenci’ rolündeki işbirlikçi ayrı odalarda tutuluyorlardı. Öğrencinin, kendisine sorulan sorulara odasındaki önünde bulunan düğmelere basarak verdiği cevapları, öğretmen de kendi odasında önündeki farklı renkteki her cevapta yanıp sönen lambaları izleyerek görüyordu. Öğretmen deneğin odasına ayrıca 15 volttan 450 volta kadar farklı düzeylerde elektrik akımını veren şalterlerin bağlandığı elektrik şok cihazı konulmuştu.
Öğretmen deneklere deney başlangıcında öğrencilerin kendi odalarındaki bir sandalyeye bağlanmaları izletildi. Bu bağlanmanın öğrenciye elektrik şoku verildiğinde fazla hareket etmemesi için yapıldığı da açıklandı.
Denek öğretmenlere, öğrencinin verdiği yanlış/hatalı cevaplarda sırası ile bir şalteri indirerek elektrik vermesini, yanlış/hatalı cevap sayısı arttıkça, verilen elektrik şokunun voltajını arttırmaları söylendi. Şalterler indirilerek şok verildiğinde arttırılan voltaj düzeyine göre cihazdan farklı bir ‘Cızzz…’ sesi yükseliyordu. Denek öğretmenlere deneyin sonuç verebilmesi için bu işlemlerin aralıksız devam ettirilme zorunluluğu bulunduğu, yani deneyleri her hangi bir nedenle yarıda kesmenin sözkonusu olmadığı söylendi.
Tabii ki deneyde gerçekten elektrik falan verilmiyordu. Ama öğrenci rolu oynayan işbirlikçi, elektrik şok voltajının yükseldiğini gördüğünde sızlanmaya, bağırmaya, çığlık atmaya başlıyordu. Hatta aşırı yüksek voltajlara gelindiğinde artık şokun acısına dayanamadığını çığlıklarla belirtiyor ve deneyin durdurulması için yalvarıyordu.
330 volt düzeyinden sonra işbirlikçi öğrenci artık kendini kaybetme rolüne başlıyor ve sessizliğe bürünüyordu. Öğretmen denekler ise, kendilerine deneyin devam etmesi gerektiğini kararlı olarak belirten profesör ve yardımcılarına itaatte kusur etmiyordu. Hareketsiz kalan, sessizliğe bürünen, sorulara cevap veremeyen öğrenciye, yanıt veremediği için elektrik şokunu arttırması gerektiği kendilerine söylendiğinde hiç karşı gelmeden voltajı yükseltmeyi sürdürüyorlardı.
Deneylerde inanılmaz olan, düşünülemeyen sonuçlar ortaya çıktı.
Deneye katılan 40 öğretmen denekten 25’i, öğrencilere 450 voltluk son düzey sınırına kadar elektrik vermeye devam etti. Hiçbiri ‘dayanılabilir şok’ düzeyini işaret eden şalterde durmadı; büyük çoğunluk ‘yoğun şok’ sınırını geçerek elektrik vermeye devam etti.
Deneylerin sonucunda yapılan değerlendirmeler ürkütücü idi. Öğretmen deneklerin çoğu ifadesiz ve sert davranışlarla elektrik şokunu yükseltmeye devam etmişlerdi. Hatta bir tanesi “Ya adam öldüyse?..” demesine rağmen yoğun şok seviyesine kadar elektrik vermeyi sürdürmüştü. Deney sonrası öğretmen deneklere olan bitenin kurmaca olduğu, hiçbir öğrenciye aslında elektrik verilmediği açıklandığında, “Ben zaten biliyordum bunun kurmaca olduğunu…” diyerek rahatsız edici durumdan sıyrılmayı deneyen hiçbir denek olmadı. Ayrıca öğretmen deneklerin hepsi gönüllü idi. Diledikleri zaman deneyden ayrılıp, çıkıp gidebilirlerdi. Ama hiçbiri ayrılmadı…
Milgram deneyleri Münih, Roma, Güney Afrika, ve Avustralya’da tekrar edildi. Bu deneylerde Yale üniversitesindekinden daha fazla sayıda denek öğretmen en yüksek voltaj düzeyine çıktı.
Deneyler sonucunda çeşitli bilimsel bulgular elde edildi. Ama deneyden ortaya çıkan en çarpıcı husus şuydu; ‘Nasıl oldu da batı dünyasının insan hakları ve hukuka saygılı çağdaş uygar insanları kendilerine verilen emirlerin sonucunu düşünmeden masum insanların yaşamını tehlikeye atacak 450 voltluk elektrik şoku verebilecek hale geldi?..’
Cevap belli; Otoriteye itaat…
Çok tuhaf gelecek belki ama, yazının başında belirttiğimiz gibi, toplum bireyleri ve işletmelerde çalışanlar, baştan bir önkabul ile bulundukları toplumsal ve kurumsal kural ve prosedürlere itaat göstermeyi kabullenmişlerdir.
Çünkü otoriteye itaat doğumumuzla birlikte başlamaktadır. Önce ailede, sonra okulda, daha sonra işyerinde, toplumsal yaşamda kurallara, prosedürlere, anne babaya, öğretmene, üst yöneticilere itaat her bireyin içine zerk edilmiş adeta kan dolaşımımıza karışmıştır.
Gerçekten hepimiz otoriteye fazlaca sorgulamadan itaat ederiz. Yüksek düzeyde merkezileşmiş ve biçimselleşmiş dikey hiyerarşik işletmelerde çalışanlar için üst yöneticilerinin yasalara aykırı olmayan mevki/pozisyon kaynaklı otoritesine sorgusuz itaat olağandır. Sorgulama yapmadan itaat etme durumu güvenlik ve emniyet düzeni gerçekleştiren kurumlarda daha da güçlendirilmiş ve eğitimlerle bir nevi şartlı refleks haline dönüştürülmüştür. Bu gibi kurumlarda görev yapanların seçim hakkı da yoktur. Hele bir de itaatsizliklerin yaptırımlarla cezalandırılması sözkonusu ise durum daha da güçleşir. Kendiliğinden bir kuş’a zarar veremeyecek insanlar, üstlerinin verdikleri emre ‘Niçin…Niye?..’ demeden, sorgusuz sualsiz itaat ederek kişi yaşamlarını tehlikeye atacak şekilde davranabilmekte, karşılarına dikilen savunmasız bir insanı göz kırpmadan kurşuna dizebilmekte, ve iş ve görevlerini doğru yaptıkları konusunda şüphe dahi duymamaktadırlar.
Geçmişimize şöyle bir bakarsak insanlık tarihinin acı olaylarının büyük oranda otoriteye sorgusuz itaat ve uyum eğiliminden kaynaklandığını görebiliriz.
Gerçekten itaat etmek içimizde önkabul olarak var mı, acaba?… Kararlara katılım ve uygulamada özgür olmak, makul olmak, içyargımıza saha açmak, iş’in söylemi mi, sadece?…
Her türlü kurumda meşru kaynaklara dayalı otoriteye saygıya; Evet… Ama sorgusuz itaat…Ne dereceye kadar?..
Ne dersiniz?..
NOT: Bu yazıyı önde gelen psikoloji profesörü Stuart Sutherland’in şaka ile karışık sözleri ile bitireyim;
‘…Aman ha!.. Siz siz olun Yale Üniversitesinde yürütülen psikoloji deneylerine asla katılmayın…’
Kaynak : Bu yazının büyük bir kısmı, S.Sutherland; İrrasyonel-(Çev;Tevfik Uyar);Domingo; 2015 adlı kitapta ilgili bölümdeki bilgilere dayanmaktadır.