Tiyatro dediğin nedir ki?..
Oyuncuların iki kalasla bir sahne yapıp heveslerini gidermesi midir?..
Yoksa birlikte gülüp, ağlayıp, sevinip, üzüldüğümüz; coşup, şaştığımız, düşünüp, taşındığımız bir olayın sahne üzerinde oyuncular tarafından seyirciye yönelik dramatik veya epik bir temsili midir?..
Heves de olmalı… Ama söyleyecek sözünüz de bulunmalı…
Aksi takdirde sahnede izlenenden akılda kalan sadece kalaslar olur…
Oynanan oyunların bazıları unutulur gider… Bazıları ise seyircisinin kafasını çatlatır…
Bu bağlamda Bertolt Brecht’in (1898-1956) inandığı tiyatro, insana olgu, olay ve karakterler aracılığı ile gerçeği sunmanın yanında, bu gerçeğin değişebilir olduğunu gösteren, insanlık tarihi sürecinde gelişimi de görünür kılarak, dünyayı değiştirebilme olanakları üzerine seyircide eleştirel tutumlar geliştirerek yeni yönlere uzanan kapılar açabilen epik estetiğe sahip bir sahne üzeri temsildir… Ve dünyamızın geleneksel düzeni içinde sorgulayan, tartıştıran, gelecek için umut çiçekleri yeşerten , kafa çatlatan oyunlardır.
Bu yazımız Brecht’in ‘Kafkas Tebeşir Dairesi’ adlı epik tiyatro oyununu, işletme ve yönetim alanında ‘katma değer’in oluşumunu üretim faktörlerinden emek-sermaye düzleminde ele alıp tartışan bir konu içermektedir. Bu yönü ile okuyana alan dışı farklı açılımlar da sunabilecek bu yazımıza edebiyat, tiyatro, felsefe, ekonomi alanına meraklı meslektaşlarımız daha çok ilgi duyabilirler…
Meraklı meslektaşlarımız için iyi okumalar dilerim…
…………………………
Burada bir parantez açıp dramatik ve epik estetiğe sahip tiyatro kavramlarını Brecht’in kendi söylemiyle şöyle özetleyebiliriz:
‘…Dramatik tiyatro seyircisi oyunu izledikten sonra şöyle düşünür: “…Evet bunu ben de yaşadım bu doğal bir şey, hep böyle olacak…Durum yürekler acısı, çıkar yol yok, her şey ne kadar doğal. Ağlayan ile ağlıyor, gülen ile gülüyor insan…” Bu bağlamda dramatik tiyatro seyircisi pozitif-rasyonel ekonomik teori yaklaşımlı gerçekçi doğa düzeni ve statükocu, geleneksel sosyal ilişkiler odaklı bir bakış açısına sahip bir seyircidir…
Epik tiyatro izleyicisi ise oyunu izledikten sonra şöyle der; “…Bunu düşünmemiştim ama öyle de yapılır mı?.. Çok garip inanılır gibi değil. Ağlayanın durumuna gülüyor, gülenin durumuna ağlıyor insan…” Bu bağlamda epik tiyatro izleyicisi normatif ekonomik teori yaklaşımlı değerler ve ilkeler temelli devrimci ve dönüştürücü bir bakış açısına sahiptir…’
Görüleceği gibi Brecht geleneksel doğa düzeni ve duygusal arınmayı merkezine alan dramatik estetiğe sahip gerçekçi tiyatroyu reddetmemektedir. Ama bu yaklaşımı tiyatronun özüne çok uygun bir hareket olarak da görmemektedir.
Yazar’a göre seyirci tiyatrodan çıkarken önüne serilen tüm durumların değişebilirliği üzerinde kafa yormalıdır. Onun için de dönüştürücü epik tiyatro estetiğinin geliştirilerek sahneye konmasını, ve temsili izleyen seyircilerin eleştirel tutum kazanmasının önemini vurgulamaktadır.
……………
Brecht’in epik tiyatro estetiğinde kaleme aldığı ‘Kafkas Tebeşir Dairesi’ oyunu, oyun içinde oyun yapısıyla, mülkiyet-emek ilişkisini sorgulayan bir ibret öyküsüne dayanır. Emeği mülkiyetin kazanımında en belirleyici unsur olarak kabul eder. Başka bir deyişle mülkiyet kavramın kanunla, mirasla, toplumsal statüyle, verimlilik nedeni ile değil, emekle kazanılması gereken bir kavram olarak ele alır ve gösterir.
Kafkas Tebeşir Dairesi- Bertolt Brecht
Oyunun prolog bölümünde İki kolhoz köyünün üyeleri Kafkas dağlarındaki bir vadide bir araya gelirler. Amaç her ikisinin de üzerinde hak iddia ettiği vadinin sahibinin kim olacağını tartışarak belirlemektir. Tartışmayı yönetecek bir uzman da onlarla birliktedir.
Keçi-yetiştiricisi Galinsk Kolhozu, uzun yıllar yaşadıkları ve keçi yetiştirdikleri, ama savaş döneminde hükümetin verdiği bir emirle boşalttıkları bir vadiye yeniden yerleşmek istemektedir. Çünkü mevcut otlak kapasitesi nedeni ile keçi yetiştirmek için en uygun yer orasıdır. Ayrıca vadi bir toprak parçası olarak üretim faktörüdür. Bu nedenle o’na yararlı şeyler üretmekte kullanılan bir araç olarak bakılmalıdır.
Meyvecilikle uğraşan komşu Rosa Luxemburg Kolhozunun üyeleri ise savaş döneminde savunmasına katıldıkları, uğruna kan akıttıkları sözkonusu vadide üzüm yetiştirmek üzere yerleşmeyi bir hak olarak görmektedir.
Tartışmaların sonuna doğru Rosa Luxemburg kolhozu, aslı bir Çin öyküsüne dayanan ‘Tebeşir dairesi’ oyununu temsil etmek ister. Aslında amaç bu oyun ile bir şey üzerinde hak iddia etmenin ona harcanan emeğe ne kadar bağlı olduğunu anlatmaktır.
Böylece oyun içinde ikinci oyun sergilenmeye başlar.
Aslında sergilenen ikinci oyunun öyküsü Çin Yuan Hanedanlığı(1280-1368) döneminde yasamış olan Li-Çen-Fu’nun ‘Tebesir Dairesi’ oyununa dayanmaktadır.
Oyun içindeki oyunun konusu kısaca şöyledir…
On altı yaşında güzel bir kız olan Hai-Tang, babasının ölümünden sonra yoksul ailesi tarafından bir randevu evine satılır. Orada, zengin ve çocuksuz bir kişi olan Ma Chun-Shing ile arkadaş olur ve daha sonra evlenip o’na ikinci eş olarak Shoulang adında bir oğul doğurur.
Ama bu durum Ma’nın ilk eşi Ah-Siu’nun öfkesini ve kıskançlığını arttırır.
Bir zaman sonra ilk eş Ah-Siu, kocası Ma’yı zehirler ve bu ölümden ikinci eş Hai-Tang’ı suçlar. Ayrıca eşinin mirasını alabilmek için onun tek mirasçısı olan oğlu Shoulang’ın kendi çocuğu olduğunu iddia eder.
Hai-Tang tutuklanır, zorla itiraf ettirilerek idama mahkum edilir. Ama asılmak üzereyken, Bao Zheng tarafından kurtarılır.
Artık sorun Ma’nın mirasının sahibi olan oğlu Shoulang’ın hangi eş’ten olduğu ve annesi olarak kime verileceğidir…
Shoulang ilk eş Ah -Siu’nun mudur?… Yoksa ikinci eş Hai-Tang’ın mıdır?…
Konu mahkemeye taşınır.
Yargıç yargılamanın sonuna doğru yere tebeşir ile bir daire çizdirir. Ortasına bileklerinden iki ayrı halat ile bağlanmış oğul Shoulang’ı yerleştirir.
İki eş de tebeşirle çizilmiş dairenin karşıt taraflarında konumlandırılır ve ikisine de çocuğu kendilerine doğru çekmeleri emredilir. Çocuğu çok seven ve kaybetmemek isteyen eş’in daha güçlü olarak halata asılması onun çocuğa olan sevgisinin de bir işareti olabilecektir.
Ah-Siu her seferinde kuvvetle halata asılarak çocuğu kendi tarafına çeker. Hai-tang ise her seferinde halatın ucunu bırakır ve çocuğun karşı tarafa çekilmesine engel olmaz.
Yargıç Hai-Tang’a niçin halata asılmadığını sorduğunda, çocuğunu incitmeye dayanamadığı için cevabını alır.
Sonuç; Oğul Shoulang, hakim tarafından onu incitmeye kıyamayan gerçek annesi Hai-Tang’a verilir.
…………………………….
Çin öyküsünün aslı böyledir. Çocuk o’na sevgisi ile davranan öz annesine kalır.
Ama Çin öyküsünü temel alan Brecht’in ‘Kafkas Tebeşir Dairesi’ oyunu içinde Rosa Luxemburg kolhozu tarafından sergilenen temsili oyunda tam tersine, oğul gerçek annesine değil, onu büyüten ve ona gerçek annelik yapan, emek ve uğraş veren kadına kalmaktadır.
Başka bir deyişle Brecht’in tasarladığı ve kurguladığı oyun içindeki oyunun öyküsü, aslı olan Çin uyarlamasından farklı bir yaklaşımla, ‘…Üretilen üretenin, onu yetiştirenindir… Çocuk da onu doğurup terk eden ananın değil, onu bulup yetiştirip, emek vererek büyütenindir..’ merkezli düşüncesinden yola çıkarak, mülkiyet-emek ilişkisini sorgular ve emeği mülkiyet kazanımında en belirleyici unsur olarak kabul eder.
Mülkiyet Hakkı ve Üretilen Üzerine Çeşitli Görüşler
Mülkiyet hakkı ve üretilenin paylaşımı üzerine insanlık tarihinde kısa bir kuş uçuşu gezi yaptığımızda farklı görüş ve düşünüşlere rastlıyoruz.
Milattan önce 6. Yüzyılda Pers imparatorluğunda yaşamış olan din adamı Zerdüşt (Mazdek) hava ve su gibi, paranın, malın-mülkün de insanlar arasında eşit olarak paylaşılmasını savunmuştur. Mazdek’in düşünce felsefesinde özel mülkiyete (bireysel mülkiyete) yer yoktur.
Tomasso Campanella (1568-1639) adı ile tanınan Platoncu filozof Giovanni Dominico Campanella, kişisel mülkiyete karşıdır ve onu her türlü eşitsizliğin kaynağı olarak görür.
Maximilien Robespierre (1758-1794) de eşitlikçilik felsefesinin savunanların başında gelen bir aktivist olmuştur ve O da mülkiyete karşı olduğunu ifade etmiştir.
Fransız devriminin önderlerinden Francois Noelle Babeuf (1760-1797), eşitler cumhuriyeti olarak adlandırdığı ve önerdiği toplum hareketinde, toprağın herkese ait olduğunu; beslenme için yeterli olandan fazlasını elde etme ve mülküne geçirmenin sosyal bir hırsızlık olduğunu savunmuştur.
İlk anarşist kişilik olarak bilinen Pierre-Joseph Proudhon (1809-1865) ‘Mülkiyet emek üzerine kurulamaz. Emek araçlara, toprağa değil gelire sahip olmaya hak verir. Balıkçı denize değil, avladığı balıklara sahiptir. İşçi yarattığı kıymetin sahibi ve ürünün sahibidir. Ama birikmiş sermaye sosyal bir mülkiyettir ve hiç kimsenin onun üzerinde hakkı yoktur. Kimse üretim araçlarına da sahip olmamalıdır. Kısaca mülkiyet hırsızlıktır….’ söylemi ile mülkiyet haklarını yok saymaktadır.
Karl Marx (1818-1883) ve Friedrich Engels (1820-1895) kişisel mülkiyetin yerine toplumsal mülkiyetin getirilmesi gerektiği görüşünü savunmuşlardır. Özel mülkiyetin bir doğal hak olarak görülüp toplumun hukuk kurallarına entegre edilmesine karşıdırlar.
İlerici dönem hareketi öncülerinden Amerikalı iktisatçı Henry George (1839-1897) İnsanların kendi ürettikleri değere sahip olmalarına, ancak toprağın ekonomik değerinin (doğal kaynaklar dahil) toplumun tüm üyelerine eşit olarak ait olması gerektiğini ileri süren, bir ekonomik felsefenin (Georgizm) başlatıcısıdır. George’a göre tüm insanlar oybirliği ile karar verseler bile, bu karar sözkonusu toprak parçasını bir kisinin özel mülkü yapmaya yetmez. Kimsenin gelecek kusaklar adına bir arazi parçasını özel mülkiyet konusu yapması kabul edilemez… Doğmamışların hakkı satılamaz.
‘Mülkiyet özgürlüktür’ felsefesini en doğru ve etkileyici biçimde savunan büyük aydınlanma filozoflarından İngiliz düşünür John Locke (1632-1704) insanın doğuştan üç temel hakka sahip olduğunu öne sürmüştür; Yaşam hakkı, özgürlük hakkı ve mülkiyet hakkı. “…Pınarda kaynayan su’yun herkese ait olduğunu kabul edenler, hiçbir zaman testideki suyun o’nu doldurana ait olduğundan şüphe etmez. Çünkü testiyi dolduran kişinin emeği, o suyu herkesin müştereken sahip bulunduğu tabiatın ellerinden ayırmıştır ve böylece ona sahip olmuştur…”, sözlerinin sahibi düşünür’e göre, dünya Tanrı tarafından insanlara ortak olarak verilmiştir. Bir kişi sadece bu ortak mülkde emeğini yatırdığı kısım üzerinde mülkiyet hakkı iddia edebilir.
Materyalist felsefeci Thomas Hobbes(1588-1679), özel mülkiyetin varlığını kabul etmektedir. ‘İnsan insanın kurdudur’ (homo homini lupus) söylemi ve herkesin herkesle savaştığı ‘doğa durumunda’ yaşam ve mülkiyet hakları konusunda kargaşa-kaosun ancak adaletli ve istikrarlı bir devlet gücünün (Leviathan) varlığı ile korunabildiğini belirtmektedir.
David Hume (1711-1776) da mülkiyet hakkını bir doğal hak olarak kabul etmiş bir başka filozoftur. “İnsan toplulukları için mülkiyetin istikrar ve güvenlik içinde olması kesinlikle gereklidir…” sözlerinin sahibi düşünür mülkiyetin ekonomik gelişmenin olduğu kadar adaletin de temeli olduğunu ifade etmektedir.
Adam Smith (1723-1790), “Avrupa’daki büyük monarşilerde, eğer hükümdarın sahip olduğu topraklar özel mülkiyet içinde olsaydı birkaç yıl içerisinde daha verimli olur, daha fazla ürün elde edilirdi.” görüşü ile özel mülkiyet konusunu verimlilik-etkinlik bazında değerlendirerek kamu mülkiyeti ile kıyaslamaya gitmiş bir düşünürdür.
İşletme ve Yönetim Alanında Katma Değer Paylaşımı ve Mülkiyet Hakkı
İşletme ve yönetim alanında klasik, neo-klasik, modern (sistem ve durumsallık) yaklaşımlar öz ve epistemolojik ilkeler itibarı ile akılcı(rasyonalist) ve faydacı temelli, bilimsel ilke ve yöntem olarak ‘positivizmi’ kabul eden, etkililik ve verimlilik arayışı içinde olan, ‘modernist’ yaklaşımlardır.
İş yaşamında üretilen ve pazara sürülen bir ürünün satış fiyatı ile maliyeti arasındaki fark bir katma değerdir. Bu katma değerin kendisini oluşturan doğal kaynak, emek, sermaye ve girişimcilik gibi üretim faktörleri arasında nasıl bölüştürüleceği ise tartışmalı bir konudur.
Kapitalist sistem taraftarlarına göre doğa herkesin üzerinde hak iddia ettiği bir üretim faktörüdür. Sermaye geçmiş başarılı girişim eylemlerinden kazanılan, tasarruf edilerek kişilerin mülkiyetinde olan biriktirilmiş bir varlıktır. Girişimci yaratıcı vizyonundan doğan iş fikirlerini , doğa, sermaye ve kendi emeğini bir araya getirerek ve risk alarak mal ve hizmete döndüren bir eylem sahibidir.
Girişimci doğal olarak üretim gerçekleştirirken kullandığı doğal faktörlerin bedelini ödemektedir. Kullandığı doğa için rant, emek için ücret, sermaye için de faiz ödeyecektir. Bunun ötesinde kalan bir katma değer var ise o da risk alarak ve bilincini kullanarak yaptığı girişimine ait olan kar’dır.
Tüm bu açıklamalar kapitalist sistemde paylaşılacak katma değer üzerinde mülkiyet ve hak sahibinin çoğunluğunun o’nu yaratan girişimcilere ait olduğunu işaret etmektedir.
Marxist sistem taraftarlarına göre paylaşılacak katma değerde hak sahibi ve mülkiyetin aslan payı emek faktörüne ait olmalıdır. Çünkü doğa üzerinde herkes kadar emekçilerin de hakkı bulunmaktadır. Sermaye ise birikmiş ve kristalize olmuş bir emek faktöründen başka bir şey değildir. Başka bir deyişle sermaye aslında biriktirilmiş bir emek sonucu oluşmaktadır. Üretimdeki diğer faktör olan emeğin ise üretilen mal ve hizmetin oluşmasına katkı yapan en önemli ve tek faktör olduğu tartışmasızdır. Yumuşatılmış Marxist düşünceye göre risk alan girişimci sonuncu bir faktör olarak katma değerden belki bir pay alabilir. Ama aldığı pay emeğe ait olması gereken aslan payı asla olmamalıdır.
Ne var ki, Marxist düşünce taraftarlarına göre katma değerin bölüşümü aksi şekilde işlemektedir. Çünkü girişimci gurubu emek hariç doğa, sermaye (biriktirilmiş emek) faktörlerinin de sahibidir. Bu nedenle de üretim ve denetim süreçlerinde gücü, emek sahiplerinden çok daha yüksektir. Emek faktörü ise diğer üretim araçları olmadan tek başına hiç bir şey gerçekleştirememektedir.
Bunu fark eden ve bilen girişimci iş sahipleri emeğin zaten kendileri karşısında etkin olmayan gücünü daha da azaltmak için çaba harcarlar; örneğin klasik yönetim teorisinde işlerin bölünmesi, basitleştirilmesi, Marxist düşünceye göre, emeğin potansiyel var olan gücünü ucuzlatarak, önemsizleştirerek daha da azaltma taktiklerinden başka bir şey değildir.
Postmodernist düşünürlere göre, bilgi üretiminde başarısız olan modernist ve positivist yöntemlerle tanımlanan ve oluşturulan düzen/ortam, gerçekler üzerine inşa edilmediğinden yıkılması gerekli bozuk bir düzendir.
Başarısızlığı aşmanın yolu ise modernist yöntemleridüzelterek değil, bizzat modernizmin kendi dil ve söylemleri ile tanımladığı olguların temel argüman yapı ve ilkelerini bozmak, sökmek, başka bir deyişle yapıbozuma (deconstruction) uğratmakla yapılabilir.
Başka bir deyişle tüm olgulara, olaylara ve paylaşılacak katma değer üzerinde hak ve mülkiyet konularına entelektüel anlamda ‘yok olunarak’ yeni görüş, fikir, gerçek, estetik ve hayallere geçit verecek eklektik(seçmeci ve kaynaştırıcı) davranışlarla yaklaşılmalıdır.
Görüleceği üzere dünya tarihinin her döneminde belli bir süre ile misafir olan insanoğlunu yaşam süreci içinde uğraştıran ve yönlendiren en önemli amaç ve faaliyetlerden biri mülkiyet ve katma değer paylaşımı ile ilişkilidir.
……………………………..
Brecht’in bir epik tiyatro oyunu ile başladık, nerelere geldik…Yine aynı konu ile bitirelim…
Brecht’in epik tiyatro anlayışı, olgu, olay ve karakterlerin yer aldığı bir sahne temsili ile gerçeği sunmanın yanında, gerçeğin değişebilir olduğunu gösteren, dünyayı değiştirebilme olanakları üzerine seyircide eleştirel tutumlar geliştirerek yeni kapılar açabilen, gelecek için umut çiçekleri yeşerten, bazen gerçekten kafa çatlatan bir tiyatro olarak görülmelidir.…
…Ama bu tiyatronun gerçek anlamını ve ruhunu kaybetmeyecek şekilde temsil edilmesi kaydı ile…
Çünkü tiyatronun en büyük tehlikesi, gerçek ruhu ve anlamının ötesinde genel toplumsal algıda ‘rol kesme’ olarak nitelendirilen tiyatroya benzemesidir.
Böyle bir durumda da, söylenenler unutulur, seyircilerin aklında sadece sahnedeki kalaslar kalır…
Website Yazarının Notu: Aşağıdaki videoda Bertolt Brecht’in kendi inanç, ilke ve yaşam felsefesi temelinde kaleme aldığı ‘Tahterevalli’ adlı şiiri var. Videoyu seslendiren değerli sanatçımız Genco Erkal.
Teşekkürler hocam
Çok tşk ederim sayın meslektaşım…