Yeni Makaleler

İçinden “Kriz” Geçen bir Bienal Öyküsü

Kriz’i genel anlamı ile bir kurumun rutin/olağan sistemini bozan ve aniden ortaya çıkan herhangi bir acil durum olarak tanımlayabiliriz. Bu tanımdan hareketle krizlerin ortaya çıktığı kurumda ve onun üst/alt sistemlerinde  ülke/toplum/kurum/bireyin normal faaliyetlerini tahrip eden, bunalım, gerilim, yetersizlik ve buhrana neden olabilen önemli bir dengesizlik durumu yarattığını söyleyebiliriz.

Şöyle bir düşününüz… Kurumunuzda belirli bir an’da ve yaşamsal önemi haiz bir konuda beklenmedik ani değişikliklerle olumsuz durumlar ortaya çıkmış, ve kurumun tüm paydaşları  şaşkınlık, kararsızlık içinde kalmıştır. Herkes gerilim, korku ve panik yaşamaktadır. Olayların yönetilmesi ve kontrol edilmesinin ucu  kaçmıştır. Yöneticiler zaman ve çözüm baskısı altındadır.

Yaşanan durumönceden uyarı sinyalleri vermediğinden , kriz öncesi hiçbir hazırlık, planlama ve organizasyon(yapılandırma) çalışmaları yapılmamıştır. Yapılacak tek şey bir an önce harekete geçerek etkili bir yürütme aşaması ile krizin hasarlarını ortadan kaldırmaya çalışmak veya azaltmak, mümkünse zararları telafi etmektir. Bu aşamanın başarısı ise yaşanan dengesizliğe uygun liderlik, iletişim, davranışsal ilişkiler, stratejiler gibi faktörlere bağlıdır. Eskilerin deyimi ile, “…Kervan yola çıkmalı, yolda düzülmelidir…”

Aşağıda İKSV(İstanbul Kültür Vakfı) geçmiş bienallerinden birinde(6.Uluslararası İstanbul Bienali) yaşanmış gerçek bir kriz olayının öyküsü var. Birden oluşan kriz, akabinde yaşanan süreç, kriz sonrası kurumsal yaraların sarılması, ve hatta katlanılan toplumsal acı ve zararlara bir nebze de  olsa kaynak yaratarak destek sağlamak. Hepsi bir arada…

Anlatan ve kaleme alan eşim Esra Nilgün Mirze; İKSV’nin o yıllardaki Kurumsal İletişim Direktörü.

Umarım ilginizi çeker…

İKSV Uluslararası 6.İstanbul Bienali; Yaşanmış Bir Kriz’in Öyküsü

İKSV’nin gerçekleştirdiği son bienal üzerinden  iki yıl su gibi geçmiş. Yeni bir bienal hazırlığı başlıyor. 6.Bienalimizde bu kez küratörümüz bir İtalyan; Paolo Colombo. Şanın şöhretin şımartmadığı, gözlerinin içi gülen son derece sempatik bir dost.

İKSV ailesine dışarıdan  tam zamanlı veya geçici olarak her yeni gelen kendi heyecanı ve enerjisiyle gelir. Onunla ya hemen kaynaşıverir, hedefe kilitlenir ve kolları sıvarsınız; ya da zoraki bir birlikteliği sürüklemeye çalışırsınız ki, genelde bunun ömrü çok kısa olur. Vakıf ruhu, bedenden yabancı bir madde atar gibi reddeder onu. 

Başta bienal’in direktörü Fulya Erdemci olmak üzere hepimiz küratörümüz Paolo’nun ekibe katılmasından çok mutluyuz. O da tam bir takım adamı. Heyecanla sarılıyoruz işe. Ne uzayan geceler umurumuzda, ne yüzlerce kez yazılan izin yazıları, ne de sinekten yağ çıkarırcasına denkleştirmeye çalıştığımız bütçelerimiz.

Bu hay huy içinde zaman su gibi akıyor. Sergilenecek ilk işler gelmiş bile.  Yerlerine kavuşmak için mekan  altyapılarının tamamlanmasını bekliyorlar depoda.  İstanbul’un insanı jöleye çeviren rutubetli Ağustos sıcağının bile farkında değiliz. Geri sayım çoktan başlamış.

Her nasıl oluyorsa o gün saat 19:00 gibi rahatlıyoruz.  Arabayı İstanbul’daki eve bırakıp yazları ailece oturduğumuz Heybeliadaya gidebilirim. Ama sabahtan beri içimde gittikçe ağırlaşan bir sıkıntı var nedense. Benim kara kuş sebepsiz yere taht kurmuş göğsümün tam ortasına nefes bile aldırmıyor. 

Bienal’in Direktörü Fulya (Erdemci) uğruyor. Alınması gereken resmi izinler için artık finale koşulan son günler. Fulya’yla çalışmak her zaman büyük bir keyif. Evet yapılan profesyonel bir iş, ama paylaşılan eşsiz bir amatör heyecan. Hele bu heyecanı paylaşarak yaşayabiliyorsanız, o ilk gelen eseri, beklenmedik sanatçı duygusallıklarını,  bürokrasinin kimi zaman anlaşılamaz labirentlerini  aklına, bilgisine, dostluğuna güvendiğiniz bir dostla yürüyebiliyorsanız sorunların üzerine, çok şanslısınız demektir. İşte Fulya böyle bir dost. En ağır yükleri, zorlukları birlikte, üstelik gülerek halledebileceğiniz eşsiz biri. 

Ertesi  sabah 09:00 da Dolmabahçe Sarayında randevumuz olduğunu hatırlatıyor. Sarayın kapısında buluşacağız. Aslında akşam adaya gidip sabah erken vapurla Kabataş’a gelmeyi planlıyordum. Ama o kara kanatlı şey öylesine ağır ki…

Ansızın bütün programı değiştiriyorum. Böyle gamlı baykuş havasında gitmeyeceğim adaya. Fulya’ya “Ben eve gidiyorum. Gel seni de bırakayım” diyorum. O da merak edip duruyor “Niloş, herşey yolunda mı?.. Karadeniz’de gemilerin mi battı?.. Seni ilk defa böyle çökmüş gibi görüyorum” diyor.  

Arabaya biniyoruz. Gökyüzünde kuşlar dikkatimi çekiyor. O kadar çoklar ki… Hitchcock’un “Kuşlar” filmini hatırlatıyor. Yüzlercesi daireler çizerek bir araya geliyor sonra yükselip uzaklaşıyorlar.

Fulyayı indirdikten sonra eve geliyorum. Yemek yiyesim yok. Zaten evde yemek de yok. Bir kahve yapıp televizyonu açıyorum. Saçma sapan programlardan biri. Kanepeye uzanıp bir şeyler okumayı deniyorum… Olmuyor.  Gözlerimi tavana dikip önümüzdeki işleri sıraya koymaya çalışıyorum… Dalmışım.

Birden garip boğuk bir sesle açıyorum gözlerimi. Vakit gece yarısını çoktan geçmiş. Gözlerimi açmamla birlikte sanki yumuşacık bir el tutup yere atıyor beni. Sallanıyoruz…  Altın varaklı ağır ayna, duvar saatinin pandülü gibi tehlikeli bir biçimde iki yana sallanıyor. Sağa sola tutunarak gidiyorum. Tutmaya çalışıyorum aynayı. Masaya dayanıp bitmesini bekliyorum sallantının. Ama tuhaf bir dinginlik içindeyim. Korkmuyorum… İçimdeki sıkıntı da yok olmuş.

Sarsıntı duruyor sonunda.  Camdan dışarı bakıyorum. Cadde panayır yeri gibi. Herkes dışarda.  

Elektrikler kesiliyor.  Hidrofor sistemi de birazdan çalışmayacak demek bu, yani sular akmayacak. Sabah 09:00 da toplantım var. Acele bir duş alıyorum sular gitmeden. Bu arada telefon deli gibi çalıyor. Adayı arayıp aramamak arasında gidip geliyorum. Bizimkiler hissetmedilerse sabahın üçünde uykularından etmeye gerek yok. Ben onları telaşlandırmayayım diye düşünürken onlar telaş içinde bana ulaşıyorlar. İyiler… “Ben de iyiyim” diyorum.

17.Ağustos.1999 gecesinin sabahı daha işin büyüklüğünü, vahametini bilmiyorum.  09:00 da Dolmabahçe Sarayının önündeyim. İçeri doğru hamle yapıyorum, nöbetçi durduruyor. “Kapalıyız…” diyor. “Tamam…” diye cevap veriyorum, “…Ama Müdür beyle randevumuz var.” Hayretle yüzüme bakıyor, “Siz burada yaşamıyorsunuz galiba” deyip parkı gösteriyor eliyle.

Sarayın yanındaki park bir göçmen kampı gibi. Çoluk çocuk inanılmaz bir kalabalık. Bambaşka bir algı düzeyine geçiyorum bir anda…

Bir koşu Vakfa gidip televizyonu açıyorum. Olayın ağırlığı tokat gibi iniyor üstüme birdenbire.  Telefonlar çalmaya başlıyor durmaksızın. Dostlar, sanatçılar, dünyanın dört bir yanından arayıp nasıl olduğumuzu, ne yapacağımızı soruyorlar. Daha biz hiçbir şey bilmiyoruz. Gün ilerledikçe ve sonraki günlerde durumun korkunçluğu daha da belirginleşiyor. Hepimizde bet beniz atmış vaziyette. 

O yılki bienalin kavramsal çerçevesi  ‘Tutku ve Dalga’.  Depremin vurduğu kıyılarda insanları evlerinden, yaşamlarından koparıp denize sürükleyen koca dalgaları hatırlamadan söyleyemiyoruz bile bu iki sözcüğü. Bienal’in Ugo Rondinone tarafından tasarlanan afişinde ise suyun altında duran bir palyaço var. Trajikomik bir durum. Tabii afiş ve  katalog baskılarını anında durduruyoruz. 

Bu arada sponsorlardan telefonlar gelmeye başlıyor. Depremzedelere destek olmak için bienal sponsorluğundan çekiliyor bir kısım yurtiçi sponsorlar. Haklılar… Bizim açımızdan ise dün başa baş olan bienal bütçemiz birdenbire  Yüzbin dolar civarında açık veriyor. Sponsorluk direktörümüz Ömür Bozkurt’un ağzını bıçak açmıyor.

Hemen Şakir bey(Eczacıbaşı) ve genel müdürümüz Melih beyin(Fereli) başkanlığında bir acil durum toplantısı yapıyoruz.   Ne yapmalıyız?.. Açılışa yalnızca bir ay kalmış. Sergilenecek yapıtların yüzde yetmişi İstanbul’da. İlk akla gelen Bienal’i iptal etmek. Ama bu da mümkün değil.  Yapıtları sanatçılara geri yollamak için ödeyeceğimiz bedelin bile altından kalkamayız.

Bu arada Bienal’e katılan sanatçılardan Kara Walker arıyor Fulya’yı. Kara, telefonda hüngür hüngür ağlıyor. Eserini bienalden çekmek istediğini söylüyor. “Ben bu durumda bu işi gösteremem” diyor. Fulya her zamanki kararlı savaşçılığıyla bir yandan Kara gibi duygusal travma yaşayan sanatçıların duyarlılığıyla, bir yandan yapılıp yapılamayacağı an itibariyle belirsizleşen Bienal’in çılgın son dakika hazırlıklarıyla  uğraşıyor, sanatçıları sakin, olayları kontrol altında tutmaya çalışıyor. 

Kara Walker’ın Yerebatan Sarnıcında gösterilecek video işinin adı ‘Procession-Kortej’.  Suyun hemen üstünden sarnıcın yüzlerce yıllık duvarda yansıtılan görüntüde gölgeler omuzlarında tabutlar taşıyorlar.  Sanki bir öngörü…

Akşamı böyle buluyoruz. Birbirimizi teselli edecek gücümüz bile yok. Bir yandan artık boyutları bütün çıplaklığıyla ortaya çıkan trajedi, öte yandan zamanla yarışan görevlerimiz… 

Hesap-kitap geri dönülmez bir yolda olduğumuzu açıkça gösteriyor. Gözlerimizde biriken yaşları birbirimize göstermemeye, bir yandan da çare bulmaya çalışıyoruz.

Yurtiçi sponsorlarının depremzedelere yardım ve destek vermek nedeni ile sponsorluktan çekildikleri bir ortamda ancak yurtdışı fonlara veya sponsorluklara başvurabiliriz. Ama kime?.. Böyle bir  araştırmaya girişecek vakit bile yok. Sponsorluk Direktörümüz Ömür(Bozkurt) ekibiyle birlikte akla gelebilecek her kapıyı çalıyor.. 

Birden aklıma Pollock-Krasner Vakfı’nın direktörü geliyor  (22 yıl sonra şu anda adını anımsayamıyorum; ama direktörün vefatına kadar İstanbul ve New York arasında birbirimize çok destek olduk.) Hemen telefon ediyorum, anlatıyorum durumu. ABD’de sanata destek veren kurumların listesini istiyorum. “Bir saat sonra masanda…” diyor. On küsur sayfalık liste gerçekten bir saat sonra masamda.

Paolo ve ben başvuru mektuplarımızı çoktan hazırlamışız. Gece yarısından sonra başlıyoruz dört bir yana mail atmaya. Sabaha karşı daha listenin yarısındayız. Çok üzgünüz ve yorgunuz.  Umut bile bu karanlık ortamda lüks gibi. Dört elle sarılmış işimizi yapıyoruz, ama aklımız, yüreğimiz Kocaeli’de, Sakarya’da, İstanbul’da…

Günlerdir çok bilinmezli bir denklemden akla yakın bir eşitlik çıkarmaya çalışıyoruz. Acilen Yüzbin dolar bulamazsak çok büyük bir maddi kayıpla karşı karşıya kalacağız.

Derken Paolo’nun networku içinden ABD’deki Norton Family Foundation yardım elini uzatıyor. Bize Yüzbin dolarlık bir bağış yapmayı kabul ediyorlar. Ancak aynı miktarda bağışı  kendi ülkemizden de sağlamamız koşuluyla. 

Paolo’nun aklına bir fikir geliyor. Bienale katılan bazı sanatçılardan eser bağışı isteyeceğiz. Sanat yapıtları müzayedesi yapan İsviçreli bir kuruluştan da destek alacağız ve bu eserleri bienal sırasında İstanbul’da açık arttırmayla satacağız. Böylece Yüzbin dolar toplayacağız.

Fikir harika.  Paolo’nun seçtiği 20 sanatçı eser bağışı talebini hemen kabul ediyorlar. Norton Vakfına yazıyoruz.  Ama onların parayı bize havale etmeleri  için,  bizim tarafımızdan bulunacak Yüzbin doların bu amaçla bir bankada bloke edildiğini görmeleri gerekiyor. Adeta sürreal bir konumdayız. Başımızın hemen üstünde İkiyüzbin dolar duruyor ve biz elimizi uzatıp alamıyoruz.

Yine gecenin bir vakti. Zaman sanki daha hızlı akıyor. Uluslararası telefon trafiği devam ediyor. Ne yapabiliriz?.. Daha başka neler yapabiliriz?..

Birden aklıma Hüsamettin Kavi geliyor. Hüsamettin ile çocukluk arkadaşıyız. O her zaman kötü günde ilk arayabileceğiniz bir dost. Hep kocaman yürekli, hep alçakgönüllü, hep güvenilir. O sırada da İstanbul Sanayi Odası’nın başkanı.

Sabah Hüsamettin’i arıyorum.  “Seninle acil görüşmem gerek” demeye kalmıyor “Hemen gel” diyor.  Koşa koşa gidiyorum Odakule’ye. Durumu anlatıyorum. Sadece bir ay için verecekleri Yüzbin dolar bankada bienal adına bloke edilecek.  Norton Vakfı da parayı havale eder etmez  İSO  bloke ettiği parayı geri alacak. Hepsi bu…

“Nilgün deprem öncesi olsaydı hemen yapabilirdim. Ancak şimdi İzmit’te kalıcı konut projesine başladık bile. Bunu yönetim kuruluna kabul ettiremem” diyor Hüsamettin. Uçarak geldiğim Odakule’den omuzlarım düşmüş, sanki sürünerek çıkıyorum. 

Vakfa doğru yürürken birden aklıma bir fikir geliyor. Top gibi dalıyorum Paolo’nun odasına.  Bir solukta anlatıyorum aklımdakileri. Evet, kabul ettirebilirsek, olacak bu iş. Neredeyse çocuklar gibi zıplayacağız, sanki her şey hallolmuş!..

Hemen odama koşuyorum. Hüsamettin’i tekrar arıyorum. “Olağanüstü topla yönetim kurulunu. Sana depremzede kalıcı konutları projesi için İKSV adına Yüzbin dolar bağışlayacağız” diyorum. Öyle heyecanlıyım ki kendi düşünce hızıma kendim bile yetişemiyorum. “Dur, dur… yavaş” diye sakinleştirmeye çalışıyor beni. 

“Şöyle…” diyorum, “…Yüzbin doları siz Vakıf adına bankaya yatıracaksınız. Bir ay vadeyle yatırmış gibi düşünün… Bir ay sonra yatırdığınız paranıza ilaveten Yüzbin dolar daha alacaksınız. Sanki faiz alır gibi.” Gülüyor… Şaka sanıyor.

“Bak…” diyorum, “…Sizin parayı İKSV hesabına bankaya yatırıp, sonra da  Norton Vakfı’ndan Yüzbin dolar bağışımızı aldık mı?…  Aldık. Oldu hesabımızda İkiyüzbin dolar. Bir ay içinde sanatçıların bağışladığı eserlerle müzayedeyi yapıp bir Yüzbin dolar daha kazandık mı?.. Kazandık. Böylece bankada aynı zaman diliminde buluşan Üçyüz bin dolarımız oldu mu?..  Oldu.  Bize ne lazım?.. Yüzbin. Geriye kalan İkiyüz bin dolar size verilecek. Zaten yüzbini sizin paranız, diğeri de ilave kazanç… Tabii depremzedelere yönlendirilecek bu ilave kazanç. Yalnız depremzedelere kalıcı konut projesinde kullanacağınız bu ilave Yüzbin dolarlık bölüme  İKSV’nin adını  koyacaksınız.” 

Bir solukta anlatıyorum bunları. “Senin yönetim kurulu bu teklifi reddederse, selam söyle işlerini kapasınlar.”  Gülüyoruz telefonu kapayıp sanki herşey hallolmuş gibi derin bir nefes alıyorum. Epeyi de şaşkınım. Bu fikrin benim gibi ikiyle ikiyi toplayamayan birinden çıkmasına…

İki gün sonra Hüsamettin arıyor. Teklifimiz kabul edilmiş. Avukatlar devrede. Sözleşmeler imzalanıyor. Kabus bitti mi?.. Ne arar!.. Ya bizim müzayedede eserler satılmazsa?..

Daha sonra bütün gücümüzle müzayedeye yoğunlaşıyoruz. Aya İrini ayarlanıyor. Telefonla katılacaklar için hatlar çekiliyor. İsviçreli müzayede uzmanının yanında bir de Türk uzmanımız var; Raffi Portakal…

Ömür(Bozkurt) müzayede işinin detaylarına sarılıyor. Broşürler hazırlanıyor. Paolo bütün gün telefon başında. Bu planın başarısı büyük ölçüde uluslararası koleksiyoncuların ilgisine ve katılımına bağlı. Büyük bölümü açık artırmadan bir gün önce uçakla İsviçre’den gelecekler. İşler ters giderse, İSO’ya verdiğimiz sözü tutamazsak, artık bundan böyle yurt içinde zor sponsor buluruz.

Bu kaygılar içinde açıyoruz Uluslararası 6. İstanbul  Bienalini…

Nihayet büyük müzayede günü geliyor.  Koleksiyoncular İstanbul’da. Dualarımız bütün eserlerin müzayedede beklediğimiz rakamlara alıcı bulmaları. Aksini düşünmek bile istemiyoruz. Önümüzdeki bir saat sanki kader saati… 

Başlıyor müzayede… Tokmağın her inişi bir zafer çığlığı sanki. Kalbim yerinde değil kulaklarımda çarpıyor. Gözüm de Paolo’da… 

Ve bitiyor müzayede…  Artık hesaplaşma zamanı. Vergiler, komisyonlar düşülecek, kalan meblağ ortaya çıkacak. Bekliyoruz…

Paolo’nun birden başını geriye atıp güldüğünü görüyorum. Parmaklarıyla 1-2-4 işaretleri yapıyor. Müzayede sonucu Vakfa kalan miktar; Yüzyirmidört bin dolar!..

Bu gece uyku var… Hem de ne uyku!.. 

ESRA NİLGÜN MİRZE: TED Ankara Koleji mezunu. İ.Ü.Edebiyat Fak. İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde lisans ve lisansüstü diplomalarını aldıktan sonra aynı yerde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Daha sonra İKSV’de Basın Ateşesi/ Basın ve Halkla İlişkiler Direktörü/ Kurumsal İletişim Direktörü ve Başkan Danışmanı olarak 22 yıl görev yaptı. Bu süre zarfında İKSV adına bir AB kuruluşu olan Anna Lindh Vakfı Türkiye Ağ Başkanlığı görevini üstlendi. Kültürlerarası Diyalog amacıyla AB şemsiyesi altında kurulmuş Fransa merkezli Les Rencontres oluşumunda Yönetim Kurulu Üyeliği; Mercourı Vakfı’nda danışmanlık görevlerinde bulundu. Dört arkadaşı ile birlikte  STK girişimi olarak İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti projesini başlattı ve gerçekleşmesini sağladı; sözkonusu projede Yönetim Kurulu Başkan Yardımcılığı, Uluslararası İlişkiler Direktörlüğü yaptı. Kurucusu olduğu 41-29 İstanbul Genç Sanat ve Tasarım Derneğinde  çalışmalar gerçekleştirdi. Macaristan Devleti Gümüş Haç Nişanı, ve Hans Dietrich Genscher’in kurduğu   Kultur Forum Europa tarafındanverilen Avrupa Kültür Ödülünü aldı. Çalışmalarına ulusal ve uluslararası kültür/sanat projelerinde danışmanlık ve yöneticilik faaliyetleri ile devam ediyor.

Eşi’nin notu: 53 yıldır tanıdığım ve birlikte olduğum, yüreği ile yaşayan “deli” bir kadındır. Akıllıdır da… Ama yüreğinin öyle gerekçeleri vardır ki, aklı onları kolayca anlayamıyor/algılayamıyor, ayak uyduramıyor…

Bu içeriği paylaşmak istermisiniz?

Facebook
Twitter
LinkedIn

Bu içeriği yorum yazmak istermisiniz?

4.8 4 oylamalar
Makale Oylama
2 Yorumlar
Oldest
Newest Most Voted
Satır İçi Geri Bildirimler
Bütün Yorumlara bak
Güneş Kara Voogt
2 yıl önce

Kadir Abi’ciğim merhaba,

Önce Nilgün abla ve sana bu güzel anıyı paylaştığınız için teşekkür ediyorum. Sizin kaleminizden adeta ders gibi çıkan bir kriz yönetimi ‘case’ bile olabilecek güzel bir yazı içinde sizi tebrik ediyorum. Kaleminize sağlık, Nilgun ablanın duygularını ve yaşadığı o heyecan ve gerilimi adeta yaşamış kadar oldum. Sayfanızı yeni keşfettim, Yıldız göndermeseydi bilmiyor olacaktım, takipteyim artık umarım devamı gelir, bizde keyifle okuruz. Leo’ya tercüme edeceğim ayrıca, çok sever böyle yazı ve anıları!

Lahey’den selam ve sevgiler,
Güneş (ve Leo)