Ulusların refahının artmasında ülke içinde yararlı ekonomik ilişkiler yanında, sınırötesi ticaret faaliyetlerinin de etkili olduğu görüşü, tarihin her döneminde yaşanan deneyimlerle güçlenmiş, ve genel bir kabul görerek günümüze kadar gelmiştir. Bir ülkede yaşayan ve yerel ekonomik ilişkilerle yaşamlarını devam ettiren kişi ve kurumların sınırötesi ticaret faaliyetlerine başlamalarının ve sonra da bunu vazgeçilemez bir gereksinim olarak görmelerinin nedeni ise yabancı ülkelerin onlara yeni bir pazar, kaynak deposu, veya üretim merkezi olarak ilave fırsatlar sunmasıdır.
Sınırötesi ticaret olarak da adlandırılan komşu veya yakın ülkeler arasında gerçekleştirilen uluslararası ticaret faaliyetleri aslında son yüzyıllarda görülen yeni bir olgu değildir. Çok eski çağlarda, genellikle komşu ülkeler arasında başlayan ticari mal değiş tokuşu, ulaşım imkanları geliştikçe daha uzak yabancı ülkelerdeki işletmeler arasında da gerçekleştirilmeye başlanmıştır.
Sınırötesi ticaret faaliyetlerinin binlerce yıl öncesinde, ilk insan toplulukları arasında başladığını söylemek yanlış olmaz. Günümüz insanının fiziki yapısına uygun ilk insanlar olarak bilinen Homo Sapiens’den çok önce(yaklaşık 2,4 milyon yıl), Doğu ve Güney Afrika’da yerleşik Homo Habilis olarak tanımlanan insanlar arasında dahi -her ne kadar elimizde kesin belgeler yoksa da- değiş-tokuş türü taraflara yarar sağlayıcı takas faaliyetlerinin yapıldığı şüphesizdir.
Ama bilindiği üzere Tarihin yazımı, alanda çalışan bilim adamlarının kabul ettiği kaynaklara dayanılarak gerçekleştirilmektedir; ve bilimsel tarihi kaynaklar, ülkeler arasında ilk sınırötesi ticaret faaliyetlerinin M.Ö.2000’lerde görüldüğünü belirtmektedir.
Kuzey Afrikalı kabilelerin deve’leri ehlileştirmeleri ve bunlarla yabancı ülkelere insan ve yük taşımaları, sınırötesi ticaretin gelişmesine yardımcı olmuştur. Sözkonusu çağlarda Kuzey Afrikalılar Kapadokyada yerleşik Asur’lulara baharat ve zeytinyağı karşılığında hurma ve giysi gönderiyorlardı.
Önceleri komşu insan grupları arasında yapılan sınırötesi ticari faaliyetler daha sonra daha uzak ülkelerle yapılan mal ticaretine, hizmet alım-satımı, ticari işbirlikleri, yabancı ülkelerde yatırım faaliyetlerine dönüşmüş, ticari faaliyetlerin kapsamı ve coğrafyası genişlemiştir. Bu bağlamda uluslararası boyutlara ulaşan ticari faaliyetler, Hindistan’a ve diğer Uzakdoğu ülkelerine kadar ulaşmış, baharat ve ipek yanında kıymetli madenlerin de ülkeler arasında ticareti başlamıştı.
Takip eden dönemlerde, Asya’da Çin hanedanı tarafından, Orta ve Güney Asya, Hindistan, İran ve Roma imparatorluğu ile diplomatik ilişkilerin geliştirilmesi için gönderilen elçi Zhang Qian’ın takip ettiği ‘İpek Yolu’ olarak bilinen güzergah, sonraki ticari seyahatlerde de yararlanılan bir rota olmuştur.
Akdeniz bölgesinde uluslararası ticaret, Yunan medeniyeti ile ivme kazanmış, Roma imparatorluğu ile daha da yükselmiştir. Sözkonusu dönemlerde ülkeler arasındaki ticaretin toplumsal refahı yükseltici etkisi o kadar belirgindi ki, yapılan savaşların çoğunun, sınırötesi ticarette söz sahibi olma ve hakimiyet kurma nedeni ile başlatıldığı görülmekteydi.
M.Ö.300’lerdeki Roma ile Kartaca arasındaki savaşların ana nedeni Kartaca’nın Kuzey Afrika bölgesinde önemli bir ticaret limanı olarak gelişmesi ve Roma’nın da bu gelişmeden dolayı Akdeniz ticaretindeki hakimiyetini kaybetmesi idi. Yapılan üç kanlı savaş sonunda Roma, Kartaca’yı bozguna uğratmış, bunun ötesinde tekrar kalkınmasını önlemek maksadı ile bereketli tarım arazilerini tuz dökerek verimsizleştirmişti.
İki ülke arasındaki son savaş olan 3. Pön savaşının başlıca nedeni de ticari hakimiyet kazanımı ile ilgili idi. Savaş öncesinde Kartaca hükümeti, Roma donanması daha yolda iken teslim koşullarını görüşmek üzere Roma’ya heyet gönderir. Görüşmelerde Roma senatosu eldeki silahların teslim edilmesi, ileri gelen Kartacalı ailelerden 300’ünün oğullarının rehin olarak verilmesini talep etmiş ve bu koşullar Kartacalılarca kabul edilmiştir. Ne var ki son koşul olarak Kartaca kentinin boşaltılarak denizden 10 mil uzağa taşınmasının istenmesi kabul edilmemiş ve direniş başlamıştır. Dikkat edildiğinde Roma’lıların bu talebinin Platon’un bir görüşü ile benzeştiği görülür. Platon, bir kentin ticari faaliyetten ve etkilerinden arındırılması için halkının deniz kıyısından en az 10 mil öteye uzaklaştırılması gerektiği görüşündedir.
Roma İmparatorluğunun çöküşü ile Rönesans yılları arasındaki dönem Avrupa’da ekonomik faaliyetlerde durgunluk ve gerilemenin ortaya çıktığı bir dönemdir. Bu dönemde Katolik kilisesinin gücü ve etkisi doruğa yükselmişti. M.S.1000 ve takip eden yıllarda kıta geri bir toplumsal ve ekonomik yapıya sahip görünüm veriyordu. Bugünün Almanya, Fransa gibi ülkelerinde toprak sahibi senyörlerin yönetiminde feodal bir yapı bulunmaktaydı. Ticari faaliyeti ruhani yaşama aykırı bulan kilise, toplum bireylerinin ticaretle uğraşmasını bırakarak basit bir yaşama dönmelerini teşvik etmesine rağmen, kendisi bu görüşlerinin aksi yönünde dünyevi davranışlar sergileyerek Avrupa’daki en büyük toprak ve varlık sahibi bir kurum haline gelmişti.
Uzakdoğu’da ise, 1400’lü yıllarda dönemdeki en gelişmiş ülkelerden Çin’de imparator Yongle, çoğu Afrika kıtasına olmak üzere, dünyanın çeşitli bölgelerine ticari amaçlı keşif seferleri başlattı. 30 yıl kadar süren bu seferler imparator öldükten sonra çeşitli nedenlerle devam ettirilmedi ve Çinliler dünyaya açılma fikrinden vazgeçtiler.
Aynı dönemlerde Haçlı seferleri ve Ortadoğu’ya açılımlar ise geri kalmış yapıya sahip Avrupa’da yepyeni gerçekleri de ortaya çıkarmış, ticaret ve üretim faaliyetlerine farklı bir bakış getirmişti. Fark edilen gerçek Ortadoğu ve Asya toplumlarının refah ve kültürel düzeylerinin, ruhani Batı toplumlarına göre daha yüksek olduğuydu.
Savaşlar ve haçlı seferler sonunda değişen toplumsal görüşler, Avrupa’da ticaret faaliyetlerini cesaretlendirdi ve geliştirdi. Takip eden çağlarda ticari faaliyetlerle birlikte toplumlarda refah düzeyleri yükselmeye, ruhani yaşam tarzına bağlılık ise azalmaya başladı. Toprağa bağlı yaşam tarzından ‘şehirleşme’ ye geçildi; köylülerin yanında ‘şehirli orta sınıf’ ortaya çıktı. İngiltere, Fransa, Hollanda, Portekiz, İspanya’da Monarşik hükümetler; Venedik, Cenova, Floransa’da dükalıklar kıta içinde ve ötesinde(uzakdoğu) sınırötesi ticarette ve bankacılıkta söz sahibi olmaya başladılar.
Osmanlı’ların 1453’de İstanbul’u(Konstantinople) fethetmeleri ile, Avrupa-Uzakdoğu ipekyolu güzergahında ve Ortadoğu ticaretinde denetim ve hakimiyet Anadolu toplumlarına geçti. Bu durumda, Avrupalı ülkeler, Uzakdoğu ticaretleri için yeni yollar aramaya başladılar.
Portekizli Pero da Covilha, İspanya-Hindistan arasında Ortadoğu’dan geçen karayolu rotasını başlattı. Farklı bir seçenek olarak İspanya ve Portekiz ülkeleri deniz yolu ile de Uzakdoğu’ya erişmeye çalıştılar. Christopher Colombus batı rotasını takip ederek Uzakdoğu’ya varmaya çalışırken, 1492 yılında yeni bir kıta(Amerika) yakınındaki Karaip Adalarına ulaştı. Portekizli Vasco da Gama Ümit Burnu’nu aşarak 1497 de deniz yolu ile İspanya’dan Hindistan’a ulaştı. 1500 yılında Portekizli Pedro de Corbal Hindistana ulaşmaya çalışırken, tesadüfen Brezilya kıyılarına vardı.
Avrupa, uzakdoğu yanında, artık çeşitli doğal kaynaklara, madenlere, ılımlı bir iklime, tarım arazilerine sahip olan ve kendisine yeni ticari fırsatlar sunan, Amerika adı verilen yeni kıtaya gözünü çevirmişti. İspanyollar ve Portekizliler Kuzey Amerika’nın güneydoğu bölgelerinde, Orta ve Güney Amerika’da, bugünün Florida’sından Şili’ye uzanan bölgede kolonizasyon hareketlerini başlattılar.
Ancak yeni kıta, yeni kaynaklar, ve ticari fırsatlar yeni savaşları da beraberinde getirdi. Güçlü İspanya’nın denizaşırı hegemonyasına karşı çıkmak isteyen İngiltere, bu fırsatı 1588 de yakaladı. İspanyol’ların ‘yenilmez armada’sı, İngiliz filosu tarafından bozguna uğratıldı. Bu galibiyetle cesaretlenen İngiltere, 1607 yılından itibaren Kuzey Amerika kıtasında kendi hükümranlığı altında ilk yerleşim ve ticaret merkezlerini(koloni) kurmaya başladı.
Kuzey Amerika’da ilk koloniler, İngiliz kralı 1. James’in özel izni ile İngiliz şirketlerinin ticari girişimleri sonucunda Atlantik kıyılarında kuruldu. Virginia kolonisi Londra Tüccar Şirketi,Massachusetts kolonisi Plymouth Tüccar şirketi tarafından ilk yerleşim merkezleri olarak başlatıldı. Daha sonra bunları diğer koloniler(bugünkü ABD’nin kurucu eyaletleri) takip etti.
17. yüzyılda, Kıta Avrupası merkezinde de işler değişiyordu. Avrupa’da artık baskın din olan Roman Katolik dini, Luther ve Calvin’in devrimsel görüşleri sonucunda etkisini yitirmeye başlamıştı. Yeni bir bakış açısı ile benimsenmeye başlanan Protestan görüş, bireylerin boş vakit geçirmemelerini, işlerini yapmalarını, aksi takdirde günah işlemiş olacaklarını ileri sürmekte, üretimi arttırıcı her tür ticari faaliyetleri kutsal kabul etmekteydi.
Fikri bir dönüşüm geçiren Avrupa’da üretim artışları, ticaretin de gelişmesine yol açtı. Dönem iktisatçılarından Adam Smith işbölümü ve uzmanlaşmanın ülke üretimlerinde verimlilik sağlayacağını; bu yolla mutlak üstünlüğe sahip ülkeler arasında ticaretin ise her iki tarafın refahını yükseltebileceğini ileri sürüyordu. Bu ekonomik yaklaşımla Avrupalılar İngiltere, Fransa, Almanya, Hollanda, İspanya ve Portekiz öncülüğünde yine şirketler vasıtası ile Asya ve Afrika kıtasında da çeşitli koloniler oluşturarak ticari faaliyetlerini geliştirmeye başladılar.
Ancak kolonizasyon faaliyetleri sınırötesi ticaretleri geliştirirken, bölgesel toplumların egemenliklerini de zedelemekteydi. Bu durum doğal olarak politik direnişleri ve kısıtlamaları da tetiklemeye başladı.
Sınırötesi ticari faaliyetlerdeki en önemli direniş/kısıtlama Asya kıtasında, Japonya’da uygulandı. Ülkeler arasındaki ticari faaliyetlerin ulusal egemenlik haklarının kaybolmasına yol açacağı görüşü ile Japonya, 1639 da ticari mallara sınırlarını kapayarak yabancı ülkelerle(Hollanda ve Çin hariç) ticaretine son verdi. Bu durum 1868’deki Meiji reformuna kadar devam etti. O tarihten sonra Japonya sınırlarını ticarete yeniden açtı ve süratli bir şekilde sanayileşmeye başladı.
1800’lerde Avrupa’da kurulan ilk fabrikalarla birlikte tüm dünyada yeni bir dönem başlamıştı. Artık üretim makineler vasıtası ile yapılıyordu. İş yapma usulleri değişmiş, üretim kapasiteleri artmış, piyasalarda rekabet fazlalaşmış, bunlardan etkilenen yönetim yapı ve biçimleri ile birlikte ülkeler arasında ticari ilişkiler de yeni arayışlara girmişti.
Uluslararası ticarette ilk serbest ticaret anlaşması – Cobden-Chevalier Anlaşması– 1860 yılında İngiltere ve Fransa arasında imzalandı. Daha sonra bunu diğer ülkeler arası ticari anlaşmalar takip etti.
İkinci Dünya savaşından sonra ülkeler arasındaki savaşların ve çatışmaların ana nedenlerinden biri olan ticari faaliyetlerin serbestçe ve adil koşullarla tüm taraf ülkelerin refahını yükseltecek şekilde sürdürülebilmesi maksadı ile Bretton Woods, ABD’de uluslararası bir toplantı düzenlendi.
Bu uluslararası toplantı ile birlikte 1950’lerden itibaren dünya ülkeleri sınırötesi ticaretinde küresel açılımlarla refah yükselmesine yönelik, tehditlerin ve kısıtlamaların azaltıldığı, ekonomik işbirliklerinin arttırıldığı yeni bir dönem başladı…
…Ama yaşadığımız şu günlerde ülkelerarası işbirliklerinin, ticari rekabet amaçlı itişme, engelleme, çatışma, ve savaşları sona erdirdiğini söylemek pek de mümkün olamıyor galiba…