İş organizasyonlarının doğuşu yeni değildir. İnsanlık tarihi boyunca kişiler tek başlarına yapamadıkları işleri ve gerçekleştiremeyecekleri amaçları için, görev ve insanları bütünleştirerek içeren çeşitli yapılar kurmuşlar, bu yapılar için çeşitli süreçleri geliştirmişlerdir.
Ancak daha önceleri geleneksel yöntemlere dayalı çalışmalar, 18.yüzyıldan itibaren sanayi devrimi ve fabrikaların kurulması ile birlikte bilimsel temelli olarak devam etmiştir.
Aslında sözü edilen tarihten önceki dönemlerde İngiltere ve Kuzey Amerika’daki işyerlerinde üretimde artış sağlayarak daha çok ürün satmak için çalışmalar yapıldığı görülmektedir. Ancak bu çalışmalarda elde edilen sonuçlar, bilimsel yaklaşım temelli sistematik gözlem ve deneylere değil, kişisel önsezi, deneyim ve kuşaklararası geleneksel aktarımlar ile elde edilen bilgilere dayanmaktaydı.
Sanayi devrimi ve fabrikaların ortaya çıkması ile iş yaşamında büyük değişmeler olmuş, bu değişiklikler iş’leri, insanları, ilişkileri ve süreçleri büyük ölçüde etkilemiştir.
Örneğin işyerlerinde daha etkili ve verimli olmanın yolu, iş’lerin bütününün bir kişi tarafından yapılması yerine, bütünü kişiler arasında bölmek ve her işi bir görevliye vererek onun sorumluluğunda gerçekleştirmek, başka bir deyişle işbölümü yapmaktır. İşbölümünün bir sonucu olarak aynı işi gören ve bu işi defalarca tekrarlayan kişiler, yaptıkları iş’ler üzerinde uzmanlaşmışlar ve bu durumda hata oranları ve üretim süreleri azalmış, verimlilik yükselmeye başlamıştır (İşbölümü ve uzmanlaşma).
İşbölümü ve uzmanlaşmanın olumlu sonucu yapılan görevlerin standart kurallar halinde gerçekleştirilmesini başlatmıştır (Standartlaşma).
Yaygın işbölümü ve standartlaşmanın sebep olabileceği birey ve birimler arasındaki gecikmelerin, aksaklıkların giderilmesi, üretimin çeşitli nedenlerle kesilmesinin önlenmesi ve dolayısı ile verimliliğin arttırılması ile ilgili koordinasyon ve eşgüdüm çalışmalarını da gündeme getirmiştir(Eşgüdüm ve Koordinasyon).
Standart yöntemlerle, bölümlendirilen işlerin uzmanlarca uygun makine ve ekipman kullanarak eşgüdüm ve koordinasyon sağlanarak gerçekleştirilmesi, üretim süreçlerinin tek bir merkezde toplandığı fabrikalaşma sürecini de başlatmıştır(Fabrikalaşma).
Klasik Yönetim Yaklaşımı: Kısa Bir Açıklama
Sanayi devrimi ve fabrikalaşma ile ortaya çıkan klasik yönetim yaklaşımının en belirgin özelliği, yukarıda açıklandığı gibi, organizasyonları rasyonel(akılcı) sistem olarak ele alıp incelemeleridir. Organizasyonlar akılcı sistem olarak ele alındığında yapının temel maksadının ‘etkililik(amaçları gerçekleştirmek) ve verimlilik(en düşük maliyetle)’ olduğu ve bunun için kurulduğu varsayılmakta; bu yapının işleyebilmesi için de işbölümü, uzmanlaşma, kontrol, koordinasyon sağlayacak kurallar, prosedürler düzeni kurulması yönünde çalışmalar gerçekleştirilmesi gerektiği yönündedir.
Modernist yaklaşımın pozitivist yöntemlerini benimseyen klasik araştırmacılar iki önemli bakış açısı ile (ekonomik-sosyolojik temelli, ve uygulamacı yönetici) organizasyonları incelemeye çalışmışlardır.
Her iki yaklaşım da iş organizasyonlarını/işletmeleri incelerken aynı iki nokta üzerinde odaklanmışlardır: (a) Organizasyonların amaçlarını etkili ve verimli gerçekleştirmek, (b) İşlerin gerçekleştirilmesinde uyum ve koordinasyon sağlamak.
Sanayi devriminin ilk belirtilerinden itibaren değişen organizasyonel süreçlerin, iş’in yapısı, işgörenler ve toplum üzerindeki etkilerini araştırmak isteyen Adam Smith, Karl Marx, Emil Durkheim, Max Weber, gibi düşünürler olaya ekonomik ve sosyolojik bakış açısından yaklaşmışlar ve çalışmalarını bu alanda yoğunlaştırmışlardır.
Çalıştıkları işyerlerinde karşılaştıkları sorunları çözebilme maksadı ile çalışmalar yapan Frederic W.Taylor, Henri Fayol ve dönemin diğer uygulamacı yöneticileri/düşünürleri ise, sanayi devrimi ile değişen süreçlerin organizasyonlarda yarattığı, ve yöneticilerin karşılaştıkları pratik sorunlar üzerine çalışmalarını yoğunlaştırmışlar ve sorunları ortadan kaldırabilen, en verimli şekilde çalışabilmenin yollarını yönetici bakış açısı ile bilimsel yöntemlerle cevaplamaya çalışmışlardır.
Günümüz işletme yönetimi eğitimi ve araştırmalarında yönetici bakış açılı uygulamacı çalışmalarla temsil edilen bilimsel temelli klasik yönetim yaklaşımı daha çok tanınmakta ve ilgi görmektedir. Ama, işletme yönetimi alanına katkı sağlayan ve bir anlamda da uygulayıcı temelli bilimsel yönetim yaklaşımlarına fikir önderliği yapan ekonomik ve sosyolojik temelli çalışmaları da gözardı etmemek gerekir.
Bu nedenle bu yazımızda biz de sadece Smith, Marx, Durkheim, ve Weber gibi klasik yönetime ekonomik ve sosyolojik bakış açısı ile yaklaşan düşünürlerin öncü çalışmalarına odaklanacağız.
Klasik Yönetimde Ekonomik ve Sosyolojik Temelli Yaklaşımlar
Aslında tüm yaklaşımların temelinde yer alan iş’lerin unsurlarına ayrılması, yani ‘işbölümü’ düşüncesi, ilk olarak, sanayi devrimi belirtilerinin hissedilmeye başlandığı dönemde politik ekonomist olan Adam Smith (1723-1790) tarafından ortaya atılmıştır. Smith 1776 da kaleme aldığı ‘Milletlerin Refahı’ adlı kitabında iş’lerin unsurlarına ayrılması ile uzmanlaşmanın geliştirileceği, bunun da verimliliği arttıracağını ileri sürmüştür.
Smith eğitimsiz bir işgörenin, makine yardımı olmadan bir günde üretebileceği ürün miktarının, o iş uygun olarak belirli bir şekilde unsurlarına ayrılabilirse, ve bölünmüş bu işler deneyim ve öğrenme sonucu uzmanlaşmış kişiler tarafından uyumlu ve koordineli olarak gerçekleştirilebilirse, daha yüksek miktarlara arttırılabileceğini ileri sürmüştür.
Kendi verdiği örnekle vasıfsız bir işçinin bir günde bir adet iğne üretebileceğini, ama iğne üretim işi takriben 18 değişik işe bölündüğünde, ve bu değişik işlerin takriben 9-10 kişi tarafından uyumlu bir düzen içinde yapıldığında binlerce iğne üretiminin başarılacağını belirtmiştir.
Adam Smith’in, işbölümü ve uzmanlaşma konusundaki görüşleri ile klasik yönetim ve organizasyon yaklaşımlarının öncüleri arasında yer alması gerekirdi. Ancak Smith verimlilik konusuna, her ne kadar işletme düzeyinde örnekler vererek açıklasa da, bir organizasyon veya yönetim teorisyeni olarak değil, bir ekonomist olarak toplumsal refahı sağlayabilmek maksadı ile makroekonomik amaçla yaklaşmıştı. Bu nedenle de sonraki dönemlerde iş yerlerinde uygulamacı çalışmalar gerçekleştiren bilimsel klasik yönetim yaklaşımı kurucu ataları arasında adı geçmemektedir.
Bir ekonomik felsefe kuramcısı olan ve çalışmalarında kapitalist sistemde emek/işgücünün sömürülme mekanizmalarını ve bunun sonucu olarak çalışanların gerçekleştirdikleri üretim süreçlerine yabancılaşmasını inceleyen Karl Marx’a (1818-1883) göre pazara sürülen bir ürünün satış fiyatı ile maliyeti arasındaki fark bir katma değerdir. Bu katma değerin, ürünün oluşmasında yer alan sermaye ve emek arasında nasıl bölüşüleceği ise önem verilmesi gereken bir konudur. Doğal olarak emek ve sermayeden her biri bu katma değerden daha fazla bir pay almak ister. Bu durum emek ve sermaye arasında bir ‘çatışma’yı ortaya çıkarır.
Marx’a göre kapitalist sistem aslında emek ve sermaye arasındaki çıkar çatışmasından beslenen bir sistemdir. Emek ve sermaye arasındaki bu çatışmanın fikirsel kökeninde ‘karlılık’ sorunu yatmaktadır. Kapitalist bir pazarda rekabet içindeki işletmeler satış fiyatlarını aşağıya çekmek isterler. Bunu sağlamak için de en önemli yol üretim maliyetlerini düşürmektir. Üretim maliyetlerinde de en büyük unsur ise emek unsurudur. O halde kapitalist sistem bu unsurun (emek unsuru) verimini yükseltecek , onu daha etkin çalıştıracak yönetim ve denetim süreçleri geliştirmek zorundadır.
Kapitalist sermaye gurubu, emek haricinde, diğer üretim faktörlerinin sahibidir. Bu nedenle de üretim ve denetim süreçlerinde kapitalist grubun gücü, emek sahibi işgörenlerin gücünden çok daha yüksektir. Çünkü emek diğer üretim araçları olmadan tek başına hiç bir şey yapamaz, gerçekleştiremez.
Tüm açıklanan nedenlerle, sermaye gurubu emeğin zaten kendileri karşısında etkin olmayan gücünü daha da azaltmak için çaba harcarlar. İşgörenler arasında rekabet ortamı yaratarak emeğin fiyatını düşürürler. Ayrıca işleri bölerek, unsurlarına ayırarak(işbölümü) basitleştirirler. Basitleşmiş iş’leri yapacak çalışanlar da daha düşük ücrete razı olan, her an işgücü piyasasında iş arayan vasıfsız işgörenlerdir.
Bütün bu çabalar(işlerin bölünmesi, basitleştirilmesi), Marx’a göre, emeğin potansiyel var olan gücünü azaltma taktikleridir. Bu durumun sonucu olarak emek, toplumun gereksinimlerini karşılayacak ürünleri gerçekleştirecek önemli temel bir üretim faktörü olarak değil, maliyet unsuru bir girdi olarak görülmeye başlanır. İşgörenlerin emeği böylece pazarda alınıp satılan sıradan ve önemsiz bir girdi olur, kendileri (işgörenler) de ürettiği ürün veya katkı sağladığı toplumsal amaca yabancılaşır.
Fark edileceği üzere Marx, iş’lerin bölümlendirilerek(işbölümü) basitleştirilmesi hususunu klasik uygulamacı yönetim düşünürlerinin verimlilik ve koordinasyon sağlayan yaklaşımlarından daha farklı bir düzlemde ele alıp, işgöreni ürettiği ürününe yabancılaştıran, ürün fiyatından aldığı payı düşürebilmek maksadı ile güçsüzleştiren, ekonomik bir süreç olarak görmektedir.
Bu bağlamda Makroekonomik temelli emek-sermaye arasındaki ilişkilere odaklı görüşleri ve çalışmaları nedeni ile, Marx’tan da, işyerlerinde verimlilik arayışı amaçlı çalışmalar yapan klasik yönetim yaklaşımının kurucu ataları arasında pek söz edilmez.
Toplumsal konularda ve bu bağlamda organizasyonlarla ilgili çalışmaları bulunan Fransız sosyologu Emil Durkheim(1858-1917) aslında daha çok objektif ölçme, istatistik tanımlamalar ve analiz yöntemleri ile ilgili konulara önem vererek sosyoloji yanında modern organizasyon teorisinde de geçerli olan positivist metodolojinin temellerini kurmuştur.
Durkheim organizasyonlarda formel ve informel yapı üzerinde durmuş ve organizasyonların formel ilişkileri verimli bir şekilde yapılandırma yanında, işgörenlerin sosyal gereksinimlerini de karşılayacak bir yapılandırma gereğine dikkat çekmiştir. Ayrıca işlerin bölümlendirilmesi, yani iş’leri onu oluşturan unsurlarına ayırılması(işbölümü) ile ilgili çalışmaları, iş organizasyonlarının/işletmelerin dışına taşımış; başka bir deyişle iş’lerin unsurlarına ayrılmasını(işbölümü), tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişteki yapısal rolüne odaklanarak sosyolojik bakış açısı ile inceleme altına almıştır.
Bu bağlamda Durkheim’in çalışmaları da toplumsal bir bütünde yararlı olacak sosyolojik amaçlı olarak gerçekleştirilmiştir.
Alman sosyologu olan Max Weber(1864-1920), toplumsal değişmelere ve bu bağlamda yüksek derecede bürokratik gelişmelere neden olan sanayi toplumlarının kilit özelliklerini inceleyen çalışmalarda bulunmuştur. Feodal ve diğer geleneksel toplum yapılarında olumsuz bir imaja sahip olan bürokrasinin, bir yapılandırma yaklaşımı olarak sanayileşen toplumlarda yararlı katkılarının bulunduğuna inanan Weber, açık kural ve prosedürlere dayandırılmış bürokratik yaklaşımın ve objektif emir komuta ilişkilerinin sosyal çevreyi akılcı bir sisteme dönüştürebileceğini ileri sürmekteydi.
Weber, sanayi devrimi öncesi toplum yapılarında kişisel karizmaya veya, belirli ve baskın aristokratik aile grupların arzu ve isteklerine bağlı olarak(nepotizm) oluşturulmuş yetki ve emir komuta ilişkilerinin, sanayi toplumunun oluşturduğu yeni bürokratik yapıda değişmesi gerektiğini ileri sürmekteydi. Emir komuta ve yönetim ilişkilerinin objektif, akılcı kriterlere göre, iş’e uygun sistematik bir yapıya dönüştürüldüğü bu yapısal yaklaşım (bürokrasi), akılcı ve biçimsel özellikleri ile sosyal çevreyi yeniden olumlu ve verimli bir şekilde oluşturacaktı.
Yukarıdaki paragrafta belirtildiği gibi, 18.yüzyılda işletmeler genellikle aileler tarafından, kişisel karizmalara veya ailesel ilişkilerde baskın grupların isteğine göre seçilmiş(nepotizm) yöneticiler tarafından yönetiliyordu. Yönetici seçiminde, işe uygunluk veya yatkınlık gibi kriterlere dikkat edilmiyordu.
Astlar da dolayısı ile, işletmelerin organizasyonel amaçlarından çok, bağlı bulundukları ve emir aldıkları kişilerin isteklerine göre davranıyorlardı. Amaç üst yöneticinin emirleri doğrultusunda ve ona bağlılık içinde görev yapmaktı. Doğal olarak ast durumundaki çalışanlar, üstlerinin çıkarlarına hizmet ötesinde, kendi kişisel çıkarlarını da organizasyonel çıkarlarından önde tutuyorlardı. İşletmede çalışanlar arasında hangi yönetim kademesinde olursa olsun, ailesel ilişkilerle yerleştirilmiş bulunan işgörenler üzerinde sorumlu yöneticilerinin tam bir emir-komuta otoritesi bulunamıyordu. Kısaca, ailesel ilişkiler, organizasyonel amaçlardan üstün tutuluyordu.
Kısaca, Weber makineleşmiş, büyümüş ve değişimle yüzyüze gelmiş sanayi devrimi sonrası organizasyonlarda nepotizm üzerine kurulmuş yozlaşmış yönetim yapısının artık yürüyemeyeceğini; değişime ayak uydurabilecek yönetim yapısının ancak organizasyon yönetimlerinde kişiselleşmeyi önleyen, kuralcı, biçimsel, hiyerarşik ve akılcı ilişkiler kurularak önlenebileceğini düşünüyordu.
Bu bağlamda Weber’in bürokrasi yaklaşımının temel ilkeleri; (a) Açık olarak sınırları çizilmiş yetki ve sorumluluklar, iş ve görevler, (b) Kişiden bağımsız, mevkiye dayalı yetki hiyerarşisi, (c) Eğitim ve deneyime bağlı atama ve yükseltmeler, (d) Kayıt alına alınmış kurallar, (e) Pay sahipliğinden bağımsız liyakat temelli kural ve prosedürler ışığında yönetim yetkileri, olarak tanımlanmaktaydı.
Görüleceği üzere Weber, işletmelerde bir amaç etrafında oluşturulan yönetsel faaliyetleri biçimsel kurallara bağlamakta, çalışanların seçim ve yükseltilmesinde objektif kriterlerin kullanılması gerektiğini belirtmekte, her türlü ilişkinin kişisel tutum ve davranıştan bağımsız bürokrasi olarak tanımladığı akılcı bir organizasyon yapısını önermektedir.
Bürokrasi günümüzde yetkisizliği, aşırı merkezciliği, zaman kaybına yol açan verimsiz bir yapıyı ifade eden bir kavram olarak kullanılmaktadır. Weber’in sanayi devrimi sonrasındaki organizasyonlar için önerdiği bürokrasi yaklaşımı ise ‘büyüyen sanayi işletmelerinin gerek yapı, gerekse yönetim anlayışının rasyonelleştirilmesi’ ile ilgilidir. Bu yaklaşım düşünüre göre makuldür ve dolayısı ile sosyal yapının en ideal biçimidir. Bu nedenle ‘Weber bürokrasisi’ ile, günümüzdeki olumsuz anlam çağrıştıran ‘bürokrasi’ arasında herhangi bir benzerlik bulunmamaktadır.
Weber’in işletme düzeyinde de gerçekleştirdiği sosyolojik temelli ve bakış açılı bürokrasi çalışmaları klasik yönetim yaklaşımı çalışmaları içinde önemli bir yere sahiptir. Bu nedenle adına, işletme yönetimi alanı klasik yönetim yaklaşımı kurucu ataları arasında yer verilmektedir. Ama mikro işletme düzeyinde çalışmalarının ötesinde iktisat tarihi, teorisi ve metodolojisi alanındaki çalışmaları, ve ayrıca modernite konusundaki düşünceleri ile kapalı sistem bakış açısı ile organizasyonları anlamaya çalışan ve inceleyen klasik yönetim yaklaşımının uygulayıcı öncülerinden bir ruh olarak farklılaştığı da bazı alan uzmanlarınca ileri sürülmektedir.
Yukarıdaki paragraflarda açıkladığımız bir hususu tekrarlamak isteriz.
Günümüz işletme yönetimi eğitimi ve araştırmalarında Frederic W.Taylor ve Henri Fayol’un başını çektiği yönetici bakış açılı uygulamacı çalışmalarla temsil edilen bilimsel temelli klasik yönetim yaklaşımı daha çok tanınmakta ve ilgi görmektedir. İlerideki yazılarımızdan birinde ele alıp kapsamlı olarak inceleyeceğimiz bu çalışmalar, gerçekten de hakkedilmiş öncü bir konuma sahiptir.
Ama, işletme yönetimi alanına katkı sağlayan ve bir anlamda da uygulayıcı temelli bilimsel yönetim yaklaşımlarına fikri öncülük yapan ekonomik ve sosyolojik temelli çalışmaları da gözardı etmemek gerekir.
Bu düşünce ile, en azından alan literatüründe yer alması için bu yazıyı kaleme aldığımı meslektaşlarıma bildirmek isterim.