Yeni Makaleler

İşletme ve Yönetimde Postmodernizm-1; Genel Açıklamalar

‘İşletme  ve Yönetimde Postmodernizm’ başlıklı bu  yazı  kanımca, yönetim profesyonellerinden ziyade alanda akademik çalışmalar  yapan meslektaşlarımın daha çok ilgisini çekebilir. Akademik  jargonların  ve soyut felsefi

Sanayi Devrimi Öncesi İş yaşamı, Ekonomi ve Yönetim Konularına Kısa Bir Bakış

İşletme ve yönetim konularının bilimsel yöntemlerle  araştırılarak ampirik bir şekilde izlenmesi, değerlendirilmesi ve uygulanması M.S.19.yüzyılda başlamış, ama temel taşları M.Ö.3500 yılından beri döşenmiştir. 

Antik çağda işletme ve yönetim uygulamalarına ilişkin örneklere M.Ö.3500 yıllarında Sümer toplumunda rastlıyoruz. Döneme ait Sümer kalıntılarında ortaya çıkarılan tabletler üzerine yazılmış iş bilgileri ve denetim sistemleri ile ilgili bazı kayıtlar bulunmaktadır.

Mısır uygarlığının  hanedanlık dönemlerinde (M.Ö.3150 sonrası) su kanalları, piramitlerin inşası gibi projeleri gerçekleştiren devlet monopolü türü büyük işletme yapılarında tüm otorite ve yönetim yetkisi Firavunda, ve bazı yetkilerini devrettiği başbakan gibi bir rol üstlenen Vezirindedir.

Mısır ekonomisi genellikle tarıma dayanan bir ekonomi idi, işlerin gerçekleşmesi katı bir bürokrasi içinde en alt kademedeki köleler vasıtası ile yürütülüyordu. İşbölümü, katı bürokratik yapı, ve otoriter yönetim tarzı dönemin yaygın organizasyon yapı uygulamaları idi.

Kutsal kitaplar ve Babil belgeleri ticari faaliyetlerin Mısır döneminde ortaya çıktığını belirtmesine rağmen ticaretin gelişmesi ve yükselmesi Yunan medeniyeti ile ivme kazanmıştır.

Ne var ki gelişen ve ivme kazanan ticaret ilişkileri Yunan döneminde toplumda saygı gören, teşvik edilen ve desteklenen bir faaliyet değildi. Ticaret faaliyeti ve ödünç para verme işlemleri, köleler ve alt düzey üyeler olarak kabul edilen işçiler ile tüccarların görevi idi. Üst sınıfa ait Yunanlılar için ticaret faaliyeti hiçbir şekilde saygın bir faaliyet olarak kabul edilmiyordu.

Roma uygarlığında da durum farklı değildi. O dönemde de ticaret hür statüdeki alt sınıf olarak kabul edilen Yunanlılar ve Ortadoğulu’ların işiydi. Aristokrat ve üst sınıf Romalılar ticaret ve para işlerini saygın görmüyor ve yapmıyorlardı, ama savaşlar ve seferler için paraya gereksinim duyduklarında da çeşitli yollarla ticaret faaliyetlerinin bir tarafı olabiliyorlardı.

Tüm bunlara rağmen yine de yüksek sınıf Romalılar için ticaret faaliyet istenmeyen ve saygın bulunmayan bir faaliyetti. Tüm bu görüşlere ve geleneksel değerlere rağmen gün geçtikçe Roma uygarlığında ticaret gelişti. Devlet ve askeri kurumlarda etkili bir işbölümü ve dikey hiyerarşide katı bir emir komuta düzeni, merkezileşmiş bir karar sistemi ile yürütülen yönetim düzeni ve toplumsal ticari faaliyetler sonucu refah yükseldi. Toplumsal refah ile birlikte gelişen başka bir kurum da Katolik kilisesi idi.

Roma İmparatorluğunun 5.Yüzyılda çöküşü ile Rönesans başlangıç yılları arasındaki dönem ekonomik faaliyetlerde durgunluk ve gerilemenin ortaya çıktığı bir dönemdir. Bu dönemde Katolik kilisesinin gücü ve etkisi doruğa yükselmişti. Kilise Tanrı ile insanlar arasında bir aracı olarak görülmüş, din adamlarının da ‘cennetin bekçileri’ olduğu fikri insanlarda saygı ve korku yaratmıştır.

Bu durum, tüm  Avrupa’da monarşi ve feodal senyörlerin etkisizliği ile oluşan güç boşluğunu kilisenin doldurmasına neden oldu. Ticari faaliyeti saygın görmeyen, aksine toplumsal ve ruhani yaşama aykırı ve zarar verici bulan, bu nedenle de toplum bireylerinin ticaretle uğraşmasını bırakarak basit ve ruhani bir yaşama dönmelerini teşvik eden Katolik kilisesi, bu görüşlerinin aksi yönünde dünyevi davranışlar sergileyerek Avrupa feodal sisteminin en büyük toprak ve varlık sahibi haline geldi. Sonuç olarak halk yıllar geçtikçe daha da fakirleşti, kilise ise varlıklarına varlık katarak zenginliğini sürdürdü.

Katolik kilisesinin kutsal mekan Kudüs’ü Müslümanlardan kurtararak güç ve etki bölgesini genişletmek, şövalye sınıfının zenginlik ve ün kazanmak, sefere katılan düşük ve orta gelirli halk sınıfının  da yaşamını daha iyileştirecek para ve servet sahibi olmalarına yardımcı olacak Haçlı seferleri ve ortadoğuya açılımlar, Avrupada yepyeni gerçekleri de ortaya çıkardı ve ticaret ve üretim faaliyetlerine farklı bir bakış getirdi.

Ortaya çıkan gerçek, ticaret erbabı ortadoğu toplumlarının refah ve kültürel düzeylerinin, kapalı ve ruhani batı toplumlarına göre çok daha yüksek olduğuydu.

Ticari Faaliyetin Yükselmesi

Savaşlar ve seferler sonunda değişen görüşler, farklı düşünceler  Avrupa’da ticaret faaliyetlerini cesaretlendirdi ve geliştirdi. Ticari faaliyetler ile birlikte toplumsal refah düzeyleri yükselmeye, ruhani yaşam tarzına bağlılık ise azalmaya başladı.

Artık kilisenin etki alanı da gün be gün daralıyordu. Vergi toplama , ticaret ve sosyal yaşam kuralları yavaş yavaş kilisenin etkisinden çıkıp toprak sahibi baronlar ve yerel senyörler tarafından düzenleniyordu.

Martin Luther (1483-1546) ve Jean Calvin’in(1509-1564) din odaklı devrimsel  ve reformcu görüşleri katolik kilisesini daha da etkisiz hale getirdi. Calvin, ‘seçilmiş’ olarak adlandırdığı bireylerin iş ve görev bilinci ile hareket etmelerini, bu eylemi bilinçli olarak gerçekleştirmeyenlerin inançsız olarak tanımlanacağını belirten görüşler ileri sürüyordu.

Luther ve Calvin’in öncülüğünde gelişen reformist Protestan görüş, tanrı ile kişi arasına aracı papazları/din adamlarını sokmuyordu. Bireylerin iyi bir yaşam sürmesi için boş vakit geçirmemelerini, işlerini/görevlerini  yapmalarını, aksi takdirde günah işlemiş olacaklarını ileri sürmekteydi. Üretimi arttırıcı sonuçlar verebilecek işbölümü ve uzmanlaşma faaliyetleri kutsal faaliyetler olarak tanımlanıyordu.

Kısaca ortaçağın hakim Katolik görüşü olan basit yaşam için ‘bir lokma, bir hırka’ felsefesi terkedilmiş, iş ve görevler vasıtası ile üretimin arttırılmasını kutsal faaliyet olarak tanımlayan protestan püriten yaşam biçimi kabul edilmeye başlanmıştı.

Ortaçağın sonuna doğru üretim artışları, ticaretin de gelişmesine yol açtı. Bu bağlamda üreticilerle tedarikçi ve tüketiciler arasında hammadde ve mal alışverişine aracılık eden tüccar sınıfı ortaya çıktı. Aileler, tüketimleri için, kendi imkanları ile ürettikleri, herhangi bir standartı bulunmayan ürünlerinin fazlasını tüccarlar vasıtası ile piyasada değerlendiriyorlardı. Toprak baronlarının ve senyörlerin yerini merkezi hükümetler almış, artan ticaret faaliyetleri, merkezi yönetimlerce düzenlenerek uluslar arası faaliyetler boyutuna erişmişti.

İlerleyen yıllarda Francois Quesnay(1694-1774) öncülüğünde ‘Bırakınız yapılsın-Laissez faire’ fizyokrat doktrini ortaya çıkmış; aynı görüşler temelinde Adam Smith(1723-1790) işbölümü ve uzmanlaşmanın tüm ticari tarafların refahını yükselteceğini iddialı bir şekilde ileri sürmüştü.

Kısaca, dönemde akılcı ve faydacı(utilitarian) yaklaşımlarla birey ve toplum çıkarına en uygun çözümler bulunmaya çalışılıyordu. Gelişen üretim ve ticaret faaliyetleri, aynı zamanda bilimsel ve teknolojik yeni buluşları da ortaya çıkararak yepyeni bir çağın başlamasına katkıda bulundu.

Bu çağın en çarpıcı özelliği üretimde kolgücü yerine, önceleri buhar, su, daha sonra da petrol ve elektrik gücü vasıtası ile kendinden devinimli makinelerin kullanılması idi. Makineleşme ile başlayan bu dönemde tek bir merkezde yoğunlaşan işgücü ile standart ve seri üretim için kaynakları ve koordinasyonu sağlayabilecek, ardışık süreçleri yönetecek kişilerin önemi artmıştı.

… Başka bir deyişle üretim konusunu  sadece kuruluş yeri, işgücü ve sermaye faktörlerinin bileşimi olarak  ele alan geleneksel düşünce, daha önce göz ardı edilen bir noktayı tartışmaya başlamıştı.

Başını Fransız Jean-Baptiste Say’ın(1767-1832) çektiği  iktisatçılar, yönetici rolünü de üstlenen girişimciyi, artık yeni bir üretim faktörü olarak tanımlıyordu. Bir girişimci bir üretim sürecini gerçekleştirmek için yatırım çalışmalarına başladığı anda risklerle dolu bir ortamda sermayesini kaybetmemek, yatırımının sürekliliğini sağlamak zorundaydı. Bunun için de sahip olduğu tüm kaynakları verimli kullanmalı,  süreçleri etkili olarak yönetmeliydi.

İlk Girişimciler ve Fabrikalar

1730 yılından itibaren İngiltere’de öncelikle dokuma tezgahlarında yapılan buluşlarla fabrikalaşma süreci hızlanmaya başladı. Bu durumun sonucu olarak kendi yerlerinde eski teknolojilerle işlerini geliştiremeyen kişiler, makinelerin toplu halde bulunduğu ‘atelye’ denilen işyerlerinde yaşamlarını kazanmak için çalışmaya başladılar. 

Dokuma tezgahlarında 1733 yılında  ‘flying shuttle-uçan mekik’ ve 1765 de eşzamanlı olarak sekiz ipliği bir arada eğirebilen ‘spinning Jenny’ buluşları fabrikalaşma sürecini daha da hızlandırdı, ve bir süre sonra  üretim yapan atelyeler daha fazla insanın bir araya geldiği fabrikalara dönüşmeye başladı. 

İngiltere’nin Lancashire bölgesinde yedi çocuklu bir ailenin en küçük ferdi olarak doğan Richard Arkwright (1732-1792) adındaki girişimci  önce ortağı ile birlikte ‘beygir gücü’ ile dokuma üretiminin yapıldığı Nottingham şehrinde ilk tekstil fabrikasını kurdu. 1769 yılında dokuma üretiminde ‘su tezgahı-water frame’ adını verdiği  kaliteli iplik üretimini sağlayan tarihe geçen  buluşu ile, ilk fabrikasından iki yıl sonra Manchester yakınlarındaki Cromford köyünde ‘beygir gücü’ yerine ‘su gücü’  ile üretimin yapılacağı ikinci fabrikasını kurdu.

Mühendislik, tüccarlık ve yöneticilik vasıfları son derecede yüksek olan Arkwright 24 saat kesintisiz olarak üretim yapacak bir işyeri oluşturulmasının ancak devamlı bir  ham madde tedariki, makineleri çalıştıracak su gücü, ve sistemi çalıştıracak insan gücünün bir arada olduğu bir kuruluş yeri ile mümkün olacağını düşünüyordu. Cromford yöresinde bulunan ve kışın donmayan akarsudan su gücünü, yakındaki maden ocağı işçi ailelerinden de işgücünü kesintisiz ve kolayca tedarik edebileceğini öngören Arkwright, o bölgede 24 saat kesintisiz çalışan ve üreten bir fabrika kurdu.

Elverişli bir bina ve üretim sistemi,  disiplin, eğitim, ödüllendirme yöntemleri ve koordinasyonu  içeren etkin yöneticilik vasıfları sayesinde girdi, makine, insan ve çıktı uyumunu gerçekleştiren Arkwright’ın,  bu bağlamda, Henry Ford’dan yüz yıl önce kesintisiz çalışan kitle üretimini başarı ile  gerçekleştiren bir girişimci olduğu düşünülebilir.

Tüm bu yetkinlikleri nedeni ile  ‘Modern sanayi fabrika sisteminin kurucu atası’ olarak tanımlandırılan Arkwright’ın beş katlı, uzun ve dar alanlardan oluşturarak inşa ettirdiği Cromford fabrikası, faaliyette bulunduğu dönemde işçilere ve makine tezgahlarına  mükemmel bir şekilde  ev sahipliği  yapmış,  mimari tasarım ve düzeni ile  birçok fabrikaya  ilham vermiş, günümüzde de UNESCO Dünya kültür mirası kapsamında koruma altına alınmıştır.

İngiltere’de tekstil/dokumacılık sektöründe başlayan ilk fabrikalaşma, kısa bir zamanda diğer sektörlerde de etkisini göstermeye  başladı.

Kimi görüşlere göre sektöründe ‘sıradan insanı  sanatçıya dönüştüren’; diğer bazı görüşlere göre  fabrikasında dakiklik, devamlılık, temizlik, düzenli iş saatleri, cezalandırma ve ücret indirimi gibi konularda katı kurallar koymuş, çalışanlarını bir bağlamda hata yapmayan makine haline dönüştüren bir işadamı olarak nitelendirilen Josiah Wedgwood(1730-1795), atelyelerde gerçekleştirilen çömlekçilik sanatını seramik endüstrisine dönüştüren önde gelen girişimciler arasındadır.

Girişimciliği yanında yönetici olarak işini ciddiye alan, devamlı yenilik ve gelişim  peşinde koşan Wedgwood  çömlekçiler ve çalışanlarının fabrika içindeki davranışlarını düzenleyen, her türlü üretim süreçlerinin nasıl işlemesi gerektiğini açıklayan, 30 yıllık birikim ve deneyiminin ürünü  kapsamlı bir el kitabı da hazırlamıştı.

Bu yönleri ile  fabrikasında hataları en düşük düzeye indirmeyi, verimli üretimi amaçlayan kuralcı Wedgwood’un çabalarının,  yaklaşık yüz yıl sonra Frederic Taylor (1856-1915) tarafından ileri sürülen  bilimsel yönetim yaklaşımı ilkelerinin öncü uygulayıcıları arasında sayılabileceği düşünülebilir.

Ama söz konusu dönemde  iş yaşamında devrim nitelikli  dönüşümlere  yol açan ve katkı yapan en büyük buluş, ‘buhar makinesinin’ icadıdır.  Önceleri fabrikalarda, sonra ulaşım sektöründe bir çığır açan  buhar makinesi, sağladığı ‘buhar gücü’ vasıtası ile maliyetleri düşürmüş, verimliliği yükseltmiş, toplumsal refahı geliştirmiştir.

İskoçyalı bir mucit olan James Watt (1736-1839), 1795 yılında ortağı  ile birlikte Birmingham’da buhar makinesi imalatı için Soho Dökümevini kurdu.

Aslında sözkonusu dönemde ‘buhar gücünün’  farkında olan ve imalat girişiminde bulunan birçok kişi bulunuyordu. Prototip buhar makine örnekleri de gün be gün ortaya çıkıyordu.

Ama Watt’ın başında bulunduğu Soho Dökümevi fabrikası  bir başka dünyaydı. Fabrikada  buhar makinesi parçalar halinde üretiliyor, standart çıktıların denetimi ve stok kontrolu daha kolayca takip edilebiliyor, makinelerin sürati hesaplanıp her  farklı iş’e göre hız ayarı yapılabiliyordu.

İşyerinin sosyal ortamı da çok farklı idi. İsteyen işçiler kendileri için yapılmış evlerde ücretlerinden kesilen bir kira karşılığında oturabiliyor, sigorta fonundan yararlanabiliyorlardı.

Döneminin koşullarına göre üretim ve teknoloji itibarı ile yüksek düzeyde gelişmiş, iş analizi, ücret sistemleri, stok kontrolu gibi yönetsel konularda etkin süreçlere sahip; çalışma koşulları itibarı ile o güne kadar rastlanmamış sosyal düzen ve işçi hakları içeren dökümevi, sıradan bir fabrika olmanın ötesinde, kendi dünyasını yaratmış örnek bir girişimdi.

Sanayi devrimi öncesinde etkili ve verimli üretim gerçekleştirmenin ötesinde insan odaklı, çalışanları dikkate alan, bu bağlamda ‘endüstriyel hümanist’ olarak nitelendirilebilecek öncü işletmelere de rastlamak mümkündü.

Britanya’da küçük bir Gal kasabasında doğan, sosyal aktivist  Robert Owen (1771-1858) genç yaşta Manchester’da bir dokuma fabrikasında yöneticiliği süresinde çalışanlarla iyi ilişkiler kurmanın önemini kavramıştı. Aktivist olarak toplum nezdinde uzun yıllar çalışma ortamı ve koşullarının iyileştirilmesini sağlayacak yasaların çıkması için çaba göstermişti.

1819 yılında meclisten geçen ‘Fabrika Yasası’ nın içeriğini ve kapsamını yeterli bulmayan Owen, hümanist görüşlerini İskoçya’da kurduğu ‘New Lanark’ fabrikasında başarı ile uygulayarak  işletmesini  örnek bir üretim merkezi haline dönüştürmüştü.

Fabrika’da sözkonusu çalışanlar  hata yapsa da cezalandırılmıyor, üst ve ast arasında açık bir ilişki bulunuyor (örneğin yönetici oda kapıları kapalı tutulmuyor), belirlenen kural ve düzenlemelere karşı herkesin itiraz ve şikayet yapmasına izin veriliyordu.

En farklı  ve ilginç durum ise fabrikadaki denetim sistem ve süreçleri ile ilgili idi. New lanark’da ‘sessiz denetim’ adı verilen bir kontrol sistemi bulunmaktaydı. Örneğin üretim aşamasının bir noktasında  denetim yapan denetçi, oradaki makinelerin yanında asılı duran ve her yüzü farklı bir renkte olan küçük ahşap küpleri döndürerek,  gerçekleştirilen  iş’in kalitesini işaretliyordu. Böylece o noktadaki iş’in kalitesi, sorumlu işçi dahil herkes tarafından görülebiliyor; başkaca bir sözlü uyarıya gerek kalmadan da hatalı uygulama düzeltilebiliyordu.  

Bu vasıfları ile New Lanark fabrikası da aynen Watt’ın Soho dökümevi gibi, sıradan bir fabrika ortamının ötesinde, üretim, sosyal ve insani odaklı ilişkilerin öne  çıkarıldığı ticari bir girişim idi.

Gelişen fabrika sistemi ile iş yapma usulleri değişmiş, üretim kapasiteleri artmış, piyasalarda rekabet fazlalaşmış, dolayısı ile yönetim yapı ve biçimleri de bundan etkilenerek yeni arayışlara girmişti.

İngiltere’de kurulu fabrikalarla başlayan bu yeni devrim niteliğindeki oluşumları diğer ülkeler de örnek alacak ve benzer uygulamaları gerçekleştireceklerdi.  

Yeni bir dönem başlamak üzere idi. ‘Sanayi Devrimi’ farklı ortam, üretim uygulamaları, yönetsel yaklaşım ve ilkesel değişimleri  ile adım adım geliyordu…

…Ama kadim ülke İngiltere’de başlayan devrimsel nitelikli fabrikalaşma olgusunun  ve yönetsel yaklaşım/gelişimlerinin bilimsel temelleri okyanusun ötesinde yepyeni, başka bir ülkede -ABD’de- atılacaktı…

……………………………………

Yazımızı giriş paragrafındaki söylemi tekrarlayarak bitirelim.

İşletme ve yönetim konularının bilimsel yöntemlerle araştırılarak ampirik şekilde izlenmesi, değerlendirilmesi ve uygulanması M.S.19. yüzyılda başlamış, ama temel taşları M.Ö.3500 yılından itibaren döşenmiştir.

Gerçekten, uygarlığın ve yönetim bilimi geçmişinin izleri taşlarda kazılı…

…Her taş bir öykü, her iz bir anı…

Yararlanılan Temel Kaynak: Aykut Berber; Klasik Yönetim Düşüncesi; Alfa; 2013; s:31-62; Ayrıca Bkz: S.Kadri Mirze; İşletmelerde Organizasyon Tasarımı ve Yapılandırma, 2.Baskı; Beta; 2021; s: 22-23; ve çeşitli kaynaklar.

Bu içeriği paylaşmak istermisiniz?

Facebook
Twitter
LinkedIn

Bu içeriği yorum yazmak istermisiniz?